SANI
Eray Canberk
hiç değişmedi san
sen öyle
dıştan
gir içeri -göz göz olmuş-
ama yerinmez -çünkü kendi yerinde-
ayrıca neden değişsin konum
söyle
yaşanırken hep ortak duyum
eğri bir çizgi dudak -acı gülümseyiş-
her zaman vardı
yanıltan
hiçdeğişmedisansenöyledıştan
Varlığın bir yüzeykabuğu vardır. Zaman, varlığın üzerine durmaksızın birikmiş izler ve yankılarla katmanlaşır. Her darbe, sadece bir temas sayılmaz; varlığın sınırlarını yeniden çizen bir ontolojik müdahaledir. Her bakış, varlığın kendi gövdesine yönelttiği bir iç soru gibi işler. Yanlış anlaşılmalar ise varlığın kendilik arayışına çarpan yankısız seslerdir. Tüm bu yoğunluk, dışa yönelmiş bir kabuk üretir. Bir iskelet, bir zaman tortusu. Bu dış yapı, varlığın kendini savunmakla kalmayıp kendini yeniden tanımladığı bir sınır çizgisine dönüşür. Dışarıdan bakan göz için pürüzsüz, yekpare ve değişime mühürlü görünen bir cephe. Bu, bir yanılsama zırhıdır; kasıtlı bir sadelik, bilinçli bir matlıktır. Karşıdakine ve belki de ondan daha çok kendimize tekrarladığımız bir telkinle, “hiç değişmedi san” süreçdalgası ile katılaştırılır. Bu yüzey bir davetsizlik, bir duvardır. Onun görevi yansıtmak, içeriye dair hiçbir iz vermeden gelen ışığı olduğu gibi geri göndermektir. Değişimin ve akışkanlığın hüküm sürdüğü bir dünyada, değişmezlik iddiası en büyük gizdokudur.
Ama her duvarın, ne kadar sağır örülürse örülsün, bir ardı bulunur. O pürüzsüz sanılan cephenin ardına geçildiğinde, katı bir kütle değil, “göz göz olmuş” bir içcoğrafya başlar. Bu, bir süngerin ya da bir mercanın yapısı gibidir; yaşanmışlığın içeri sızarak oluşturduğu boşluklardan, kanallardan, dehlizlerden. Bu, varlığın zedelenmeyle değil, temasla şekillenen iç mimarisidir. Her iz, bir çatlak değil; içe doğru açılan bir yankı yüzeyidir. Zaman, bu boşluklarda kendini yankılatır. Her bir gözenek, dünyayı içeri alıp onu tartan ama asla tam olarak sindirmeyen bir algı süzgecidir. Bu delikli yapı yerinmez çünkü o bir sonuçtur. Varlığın, sayısız etkileşimin ardından “kendi yerinde” bulduğu, dengeye ulaştığı özgün formudur. O tamamlanmıştır.
Bu içsel konumun değişmesi için bir sebep, bir zorunluluk yoktur. Çünkü onu var eden şey kişisel bir arıza, biricik bir trajedi değil, var olmanın kendisinden damıtılan o ezelî “ortak duyum”dur. Acının, yitirmenin, anlam arayışının, zamanın geri döndürülemezliğinin yarattığı temel insani frekanslar sabit kaldıkça bu frekanslara cevap olarak şekillenmiş içcoğrafyanın da temel yapısı değişmez. “Konum” neden değişsin ki? Zemin aynı zemindir. Geriye çekilmiş sayılmaz. Oyunun damarına işleyen ritmini kavramış bir varlık, adım attığı noktada artık durmaz, tartmaz, yerini sorgulamaz. Bulunduğu zemin, karar ürününün ötesinde, zamanın içinde özümsenmiş bir eşiktir. Bu hâl, teslimiyetin ötesinde varoluşla kurulan içsel bir anlaşmadır.
Bu iki katman –sert dış kabuk ve gözenekli iç dünya– arasındaki kaçınılmaz gerilim, dışarıya yalnızca tek bir, neredeyse fark edilemez bir iz bırakır: dudağın aldığı o “eğri çizgi.” O acı gülümseyiş, içerideki karmaşık yapının yüzeye sızan tek buharıdır. Ama bu sızıntı bile bir yanıltıcıdır; bir haindir. Bir ipucu verir gibi yapar ama aslında zırhı daha da sağlamlaştırır. Çünkü bakan göz, o gülümsemeyi basit bir duyguya –hüzün, istihza, yorgunluk– yorarak durumu çözdüğünü sanır. Oysa o eğrilik bir duygunun denemez, bir yapının işaretidir. İçerideki binlerce gözeneğin toplam basıncının, dışarıdaki tek bir çizgide kendini ele verme biçimidir. Böylece en derindeki gerçek, en bariz görünen işaretle gizlenmiş olur.
O boşluksuz, tek nefeslik tekrar: “hiçdeğişmedisansenöyledıştan”. Bu, nefes almadan söylenen bir kendini koruma büyüsüdür. O acı gülümseyişle dışarı sızan sırrın ardından duvarı alelacele sıvamak, çatlağı kapatmaktır. Bu, karşıdakine söylenmiş bir sözden çok, içeriye yani o gözenekli dünyaya yapılmış bir uyarıdır: Sakın kendini daha fazla açma. Bu, kapının sürgüsünün çekilme sesidir.
Kara tahta gibi ayakta durur uslanmalarım
Korkarım çıkmaya, korkarım çıkmaktan*
