“Dostoyevski Sibirya’da Hegel Okuyup Gözyaşlarına Boğuldu” | Samet Polat

Dostoyevski Sibirya’da Hegel Okuyup Gözyaşlarına Boğuldu" | Samet Polat

Földényi’nin Gözünden Dostoyevski ve Hegel

Modern Avrupa düşüncesinin iki zıt kutbunu temsil eden Hegel ve Dostoyevski arasındaki ilişki dolaylı ancak bir o kadar da derin bir gerilime dayanır. László Földényi’nin Dostoyevski Sibirya’da Hegel Okuyup Gözyaşlarına Boğuldu başlıklı denemesi, bu gerilimin en keskin anını yani Dostoyevski’nin sürgün yıllarında Hegel felsefesiyle yüzleşmesini, yazarın düşünsel evrenini şekillendiren metaforik bir zirve olarak kurgular. Földényi’ye göre bu karşılaşma coğrafi bir sürgünün yanı sıra Hegel’in rasyonel tarih anlayışının dışında bırakılan bireyin trajedisinin de bir başlangıcıdır. Földényi’nin bu yorumlayıcı çerçevesini, Dostoyevski ve Hegel’in birincil metinleri ile Mihail Bahtin’in poetika üzerine görüşleri ışığında yeniden değerlendirmek, söz konusu felsefi ve edebî çatışmanın köklerini ve sonuçlarını nesnel bir zeminde ortaya koymayı gerektirir.

Tarihin Dışındaki Sürgün: Hegel’in Aklı ve “Ölüler Evi”nin Gerçekliği

Földényi’nin çalışmasının odağında, Dostoyevski’nin Sibirya’dayken Hegel’in Tarih Felsefesi’ni okuduğu ve bu okumanın yarattığı derin sarsıntı yer alır. Hegel için tarih, aklın (Us’un) kendini gerçekleştirdiği bir süreçtir ve bu süreçte her halkın bir rolü vardır. Ancak bazı coğrafyalar bu evrensel tarihin dışında kalır. Hegel’e göre Sibirya, bu “tarih-dışı” mekânlardan biridir; soğuk ve verimsiz bir “yüksek bölge” olarak “Dünya Tarihinin deviminden kesin olarak dışlanacak olan” bir coğrafyadır (Hegel, 2006, s. 66). Bu dışlanma, salt coğrafi bir tespitin ötesine geçerek metafizik bir hüküm sunar: Sibirya, Tinin kendini gerçekleştirdiği sahnenin bir parçası değildir.

Hegel için bireysel acı ve tarihdışı görünen coğrafyalar, Tinin evrensel yürüyüşünde nihayetinde aşılacak ve anlam kazanacak geçici negatif anlar (Aufhebung) olsa da Dostoyevski için bu somut ve aşılamaz acının kendisi, aklın kapsayamayacağı nihai gerçekliktir. Ölüler Evinden Notlar’da çizdiği Sibirya portresi, Hegel’in soyutlamasının tam karşıtıdır. Burası tarihsel bir boşluk değildir. Tersi bağlamda kendine özgü yasaları, ahlakı ve trajedileriyle yaşayan yoğun bir mikro-kozmostur. Dostoyevski, bu kapalı dünyayı “hiçbir şeye benzemeyen kendine özgü bir dünya” olarak tanımlar ve buradaki yaşamı “dipdiri bir ‘Ölüler Evi’” olarak niteler (Dostoyevski, 2012, s. 30). Bu evde mahkûmlar, Hegelci anlamda bir tarihsel öznellikten yoksun olsalar da kendi bireyselliklerini en uç sınırlarda deneyimlerler. Bu deneyim Dostoyevski’ye aklın açıklayamadığı bir gerçeklik alanı olduğunu ve bu alanın ancak yaşanarak anlaşılabileceğini öğretmiştir. Çatışma yalnızca felsefi düzlemde kalmaz, bir anlamda da teolojiktir. Hegel’in Tanrı’sı tarihin içinde, devletin ve kurumların rasyonel gelişiminde kendini açığa vuran Mutlak Tin’dir. Dostoyevski için ise Tanrı, tarihin ve mantığın dışında, kişisel acıda, merhamette ve akıldışı imanda bulunan, acı çeken İsa figürüdür. Földényi’nin de belirttiği gibi Dostoyevski’nin daha sonra “Eğer biri bana İsa’nın gerçekliğin dışında olduğunu kanıtlasaydı… ben gerçeklikle değil İsa’yla kalmayı tercih ederdim” (Földényi, 2022, s. 61) demesi, Hegelci sistemin tarihiçkin (immanent) Tanrı’sına karşı tarihaşkın (transcendent) bir inancın ilanıdır.

Yeraltı Adamı, Raskolnikov ve Hegelci Aklın Sapmaları

Sibirya’da yaşanan bu kopuşun felsefi sonucu, Yeraltından Notlar’da ete kemiğe bürünen “yeraltı adamı” karakteridir. Bu karakter, on dokuzuncu yüzyılın rasyonel egoizmine ve Avrupa aydınlanmasının getirdiği “kristal saray” ütopyasına karşı doğrudan bir polemiktir. Yeraltı adamı, Hegelci anlamda rasyonel bir düzene oturtulmuş, bireysel iradenin evrensel iradeyle uzlaştığı bir devleti (Hegel, 1991, s. 200-201) temelden reddeder. Onun isyanı, her şeyin hesaplanabilir olduğu, “iki kere ikinin dört ettiği” bir dünyaya karşıdır. O, bu matematiksel kesinliğin karşısına insan iradesinin keyfiliğini, hatta kendine zarar verme özgürlüğünü çıkarır. Yeraltı adamının, “karşımda gücümün yetmediği bir taş duvar var diye büsbütün boyun eğmeye de razı olamam” (Dostoyevski, 2020, s. 14) demesi, Hegel’in “zorunluluk” ve “yasa” kavramlarına doğrudan bir meydan okumadır.

Dostoyevski bu felsefi isyanı Suç ve Ceza’da daha da ileri bir noktaya taşır. Raskolnikov karakteri, Hegel’in “Dünya-Tarihsel Bireyleri” düşüncesinin tehlikeli bir yorumu olarak okunabilir. Hegel, Napolyon gibi figürlerin, Tinin daha yüksek bir amacını gerçekleştirmek için mevcut ahlak yasalarını çiğneyebileceğini ima eder. Raskolnikov, bu fikri kendi zihninde çarpıtarak insanları “sıradanlar” ve “olağanüstüler” olarak ikiye ayırır. Kendisini ikinci kategoriye yerleştirerek “yeni bir söz söylemek” adına kan dökme hakkına sahip olduğuna inanır (Dostoyevski, 2012, s. 319-320). Ancak Raskolnikov’un eylemi Hegelci bir tarihsel zorunluluktan değil, soyut bir aklın kibrinden doğar ve sonuçta onu tarihsel bir kahraman yapmayıp vicdan azabıyla parçalanmış, yalıtılmış bir birey yapar. Onun teorisinin çöküşü ve sonunda Sonya’nın temsil ettiği akıldışı iman ve sevgi yoluyla kurtuluşa yönelmesi, Dostoyevski’nin, soyut bir aklın bireysel vicdan ve ahlakın üzerinde hak iddia edemeyeceğine dair en güçlü edebî kanıtıdır.

Dostoyevski’nin Hegelci rasyonalizme karşı bu tutumu aynı zamanda 19. yüzyıl Rusya’sının entelektüel ikliminden de bağımsız değildir. Onun Batı Avrupa’nın soyut ve “ruhsuz” olarak gördüğü sistemlere yönelik eleştirisi, Slavcı düşünürlerin Batıcıların evrenselciliğine karşı Rus Ortodoks ruhunu, toprağı (pochva) ve halkın kolektif vicdanını (sobornost) savunmasıyla paralellik gösterir. Dostoyevski için Hegel’in sistemi Rus ruhuna yabancı, bireyi evrensel bir mekanizmanın dişlisi haline getiren Batılı bir kibrin ürünüdür. Dolayısıyla, onun isyanı hem felsefi hem de kültürel bir kökene sahiptir.

Çoksesli Roman: Monolojik Felsefeye Bir Cevap

Dostoyevski’nin Hegelci monolojik akla itirazı yalnızca felsefi bir düzlemde kalmaz, sanatsal formun kendisinde de yankı bulur. Bu noktada Mihail Bahtin’in “çoksesli roman” teorisi, bu iki düşünür arasındaki felsefi gerilimi anlamak için güçlü bir araç sunar. Bahtin, Dostoyevski’nin “yepyeni bir sanatsal düşünüş tipi yarattığını” (Bahtin, 2004, s. 45) ve bu düşünüş tipinin “bağımsız ve kaynaşmamış seslerin ve bilinçlerin çokluğu, tamamen meşru seslerin sahici bir çoksesliliği” (Bahtin, 2004, s. 48) olduğunu ortaya koyar. Bahtin’in bu tespiti, Dostoyevski’nin Hegel’e nasıl sadece tematik karşılık vermeyip yapısal olarak da bir cevap verdiğini gösterir.

Bu yapı Hegel’in felsefi sisteminin tam karşıtıdır. Hegel’in diyalektiği, tez ve antitezin bir sentezde aşıldığı, her şeyin nihayetinde Mutlak Tin’in monoloğuna dahil olduğu bir süreçtir. Oysa Dostoyevski’nin romanında her bir kahraman kendi “fikrinin” ve kendi “dünyasının” taşıyıcısıdır. Yazarın sesi bu seslerden yalnızca biridir ve nihai bir otorite iddiası taşımaz. Bu çoksesli yapının en parlak örneği Karamazov Kardeşler’dir. Bu roman aynı zamanda Hegelci aklın sekülerleştirdiği bir dünyada ortaya çıkan ahlaki boşluğu da en derinden sorgular. İvan Karamazov’un “Eğer Tanrı yoksa, her şey mubahtır” (Dostoyevski, 2016, s. 799) hipotezi, aşkın bir otoritenin yokluğunda ahlakın temellerinin ne olacağı sorusunu sorar. Bu, Földényi’nin de işaret ettiği gibi Hegel’in Tanrı’yı tarihe içkin kılmasıyla başlayan sürecin mantıksal bir sonucudur. İvan’ın isyanı, Zosima’nın imanıyla nihai bir senteze ulaşmaz; roman, bu iki kutbu sürekli bir gerilim içinde bırakır. “Büyük Engizisyoncu” bölümü, bu yapının bir mikrokozmosudur. Burada İsa’nın sessizliği, Engizisyoncu’nun güçlü ve mantıksal argümanları karşısında daha az güçlü bir ses değildir; aksine, bu sessizlik, Engizisyoncu’nun monoloğunu diyalojik bir gerilime sokar ve onu nihaileştirilmekten kurtarır.

Sonuç olarak László Földényi’nin yorumlayıcı çerçevesi, Dostoyevski’nin Sibirya deneyiminin, yazarın felsefi ve sanatsal yöneliminde radikal bir kırılma yarattığını göstermesi bakımından son derece isabetlidir. Hegel’in rasyonel ve monolojik sisteminin dışında bırakılan Dostoyevski, bu dışlanmaya hem içeriğiyle (yeraltı adamı, Raskolnikov) hem de formuyla (çoksesli roman) cevap vermiştir. O, aklın sınırlarını ve acının akıldışılığını bizzat deneyimlemiş biri olarak hakikatin tek bir bilinçte değil ancak birbirini tamamlamayan, birbiriyle bitimsiz bir diyalog içinde olan bilinçlerin çoğulluğunda var olabileceğini göstermiştir. Hegelci bütünlüğün dışında kalan bireyin trajedisi (kırılım), Dostoyevski’nin kaleminde isyankâr, patolojik ve hatta “ucube”leşen figürlere dönüşerek modern aklın ürettiği trajedinin en güçlü edebî kanıtı hâline gelmiştir. Bu, Dostoyevski’nin Hegel’in tarihine ve felsefesine verdiği en kalıcı ve en güçlü yanıttır.

Kaynakça

Bahtin, M. M. (2004). Dostoyevski poetikasının sorunları (C. Soydemir, Çev.). Metis.

Dostoyevski, F. M. (2012). Suç ve ceza (M. Beyhan, Çev.). Türkiye İş Bankası.

Dostoyevski, F. M. (2016). Karamazov kardeşler (N. Y. Taluy, Çev.). Türkiye İş Bankası.

Dostoyevski, F. M. (2020). Yeraltından notlar (N. Y. Taluy, Çev.). Türkiye İş Bankası.

Dostoyevski, F. M. (2012). Ölüler evinden notlar (S. Gürses, Çev.). Can.

Földényi, L. F. (2022). Dostoyevski Sibirya’da Hegel okuyup gözyaşlarına boğuldu (N. S. Soyöz & E. Güler, Çev.). Dergah.

Hegel, G. W. F. (1991). Hukuk felsefesinin prensipleri (C. Karakaya, Çev.). Sosyal.

Hegel, G. W. F. (2006). Tarih felsefesi (A. Yardımlı, Çev.). İdea.

Samet Polat
Bu sitede sunulan metin, fotoğraf ve benzeri tüm materyaller, yazarının özgün çalışması ve mülkiyetindedir; bu sebeple sahibinden yazılı onay alınmadan başka bir mecrada bütünüyle yayımlanması veya kullanılması mümkün değildir. İçeriklerden bir bölümün alıntılanması ise yalnızca, kaynağın açıkça belirtilmesi ve orijinal sayfaya aktif bir internet bağlantısı (link) verilmesi koşuluyla mümkündür. Kaynak gösterilmeksizin yapılan her türlü alıntı, izinsiz kullanım olarak kabul edilir ve yapılan alıntıların eserin bütününün yerini tutacak kapsamda olmamasına dikkat edilmelidir.

“Dostoyevski Sibirya’da Hegel Okuyup Gözyaşlarına Boğuldu” | Samet Polat” için 2 yorum

Yorum bırakın