RÜZGÂRLI
Rifat, Oktay. Bütün Şiirleri I. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 501.
Rüzgârlı imgelere kurdum çadırı,
Göklerimi yaşıyorum delibozuk.
Dağ yollarından iniyorum denize.
Taşın yalnızlığı içindeyim, diri.
Sütün beyazlığı içindeyim, duru.
Bir yıldız doğar çitin ardından, büyür.
Koyunlarım gider gibi olur, gelir.
Ve mavi damarlı aydınlığa karşı
Durur sivri kayada put gibi keçi.
Çıngırak sesleri toplanın torbama.
Çakarım kibriti, sararmış otların
Kırmızı yalazı ısıtır içimi.
Ne bir tas çorba getirenim, ne kızım
Kısrağım! Şu düdükten başka dostum yok.
Çalarım düdüğümü bulutlar için.
Yaklaşır dağlarla ovalar. Hey dağlar,
Bu sizler için, bu da ovalar için.
Zeminimi yeryüzünden çektim ben. Onu devinimin kendisine raptettim; bu yüzden köklerim toprağa tutunmaz. Havanın akışkan belleğinde titreşir varlığım. Diğerlerinin mülk edindiği, tapuladığı, sınır çizdiği yerde benim yalnızca bir geçişim olur. İkametim sabite tutunmaz; bir esintide soluklanırım. Bir mekâna yerleşmem, bir an’a teneffüs ederim. Bu nedenle varlığım parçalı bir gök gibidir: bir ucu dağların taş kesmiş kofluğuna, öteki ucu denizin sıvı ağırlığına aynı anda değer. Bu bir yurtsuzluk sanılacak denli serbest bir mekânda var olmak hâlidir; tüm coğrafyayı tek bir bedende duyumsamaktır.
Ben, bir başkasının tanıklığıyla doğrulanmam. Kendi içre duruşum, bir taşın içsel direnimi gibidir; dışarıdan bir sesin, bir bakışın sızamayacağı kadar kendine kapanmış, kendiyle mühürlenmiş bir varlık. Başkalarının gürültüsünden arınmış; sütün ilk anındaki o kör beyazlık gibi, kendiyle dolu. Bu yüzden alfabem farklıdır. Büyüyen bir yıldızın sessiz genleşmesi, bir hayvanın içgüdüsel gidip gelişlerindeki tereddütsüz mantık… Bunlar benim için insan sözünden daha geçerli, daha az yanılgı taşıyan birer söylemdir. Onlar varoluşu anlatmaz, doğrudan var olurlar. Ben de öyle.
Isınmak için bir başkasının ateşine, bir başkasının merhametine yönelmem. Benim ısım peşin bir takas, bir minnet borcu biçiminde doğmaz. O, yeryüzünün kuru teninden, ayağımın altındaki sararmış otların çıtırtısından kopardığım bir yalazdır; anlık, saf ve yalnızca bana ait. Rahmeti, bir çorba tasına sığmayacak kadar içsel bir tutuşmada, bu özhar ateşinde bulurum. Diyaloğum, canlılara dair o alışılagelmiş ritmin ötesindedir. En yakınım, nefesimi sese yontan şu odundur; o, benim sessizliğimin tercümanıdır.
Ve o odunu dudaklarıma götürdüğümde bir melodi üflemem. Coğrafyayı yeniden akort ederim. Sesim, boşluğu aramaz da sonucu doğuran titreşim olur. Nefesimle, dağ ile ova arasındaki o mutlak mesafeyi, o fiziksel gerçeği büzüştürürüm. Bir nefes dağlar içindir, onların değişmezliğini selamlar. Bir nefes ovalar içindir, onların sonsuz yayılışına katılır. O anda anlarsınız ki ben, bu manzaraya uzaktan bakan değilim. Ben, o manzaranın iki zıt yakasını bir araya getiren ve o birleşme anında var olan yankınının başlamadan önceki hâliyim. Bu gerilim; hakikatin, görünmeyenin, sesini taşın içinde gizleyen zamanın tensel nabzıdır. Ben bu nabzı duyarım: bir kayanın unutulmuş çatlağında yankılanan bin yıllık sessizlikte, ovayı örten ilk çiy damlasının düşerken kurduğu şiirde, göğe gözünü dikip kendi köksüzlüğünden yeryüzü yaratma kudreti arayan o devinimde. Ben, yerin nabzını ritme dönüştüren bir özne değilim teköz, eşanlıkla coğrafyayı hatırlatan bir iç sese dönüşürüm. Bu ses, ne yankı ne nida: o, sadece bir varoluşun kendiyle çarpışırken çıkardığı us teli salınımıdır.
Sarsılmaz yalvartıcı bir ahenk peşindeyim
Kenarından köşesinden paslar fışkıran bir düşüncenin
Hesaba katılmaksızın sızlatılan külfetin
Kusurlarıma füsunlar kondurmasına izin vermeyeceğim*
