
Giriş
Ferit Edgü’nün Bir Gemide adlı eseri, bir öykü toplamından daha fazlasını sunarak birbiriyle yankılanan temalar etrafında örülmüş bütünlüklü bir yapı ortaya koyar. Kitabın arka kapağında yer alan ve eserin ruhunu özetleyen alıntı, “Bir gemide ‘toplumsal ve bireysel felaketlerle dolu günler yaşıyoruz’” (s. 85), bu bütünlüğün anahtarını verir. Öyküler, bu “felaket” atmosferi içinde sıkışıp kalmış bireylerin parçalanmış gerçeklik algılarını, dış dünya ve otorite karşısındaki çaresizliklerini ve nihayetinde anlamı aktarmakta yetersiz kalan dilin iflasını merkeze alır. Bu makale eseri yalnızca kendi metinsel verileri üzerinden çözümlemektedir. Edgü’nün yarattığı bu evren, bireyin zamanaşırı kimlik erozyonunu bir kapan estetiği ile işler. Bu estetik, üç temel eksen etrafında şekillenir: bireyi yutan ve kurallarını dayatan mekân, sığınılan son kale iken bir hapishaneye dönüşen beden ve son olarak bireyi tanımlayıp mahkûm eden dışsal bakış. Bu üçlü kuşatma, paylaşılan nesnel gerçekliğin çöküşüne, bedensel hakikatin yalıtılmasına ve nihayetinde bu hakikati ifade etmekten aciz kalan sözün tükenişine zemin hazırlar.
Mekân ve Bakışın Kapanında Birey
Edgü’nün öykülerindeki karakterler, üzerinde uzlaşılmış, istikrarlı bir gerçeklik zemininden koparılır. Dış dünya, güvenilir bir referans noktası olmaktan çıkar. Bu kopuş, bireyi iki temel kapan mekanizmasının içine çeker: onu tanımlayan dışsal bakış ve onu fiziksel olarak çevreleyen mekân.
Kitabın açılış öyküsü olan “Kaza”, bireyin yaşadığı somut gerçekliğin, dışsal otoritelerin (aile, devlet, medya) tanımlayıcı bakışı altında nasıl ezildiğini gösterir. Anlatıcı, bir otobüs kazası geçirdiğinden emindir (s. 9). Ancak hastanede gözlerini açtığında, kendisini bir uçak kazası anlatısının merkezinde bulur. Karısı (“Ben sana uçağa binme demedim mi?” (s. 18)), savcı (“Siz düşen uçağın içindeydiniz” (s. 20)) ve doktor (s. 20) hep bir ağızdan bu resmî anlatıyı dayatır. Anlatıcının kendi hakikati, bu kolektif bakışın yarattığı “belleğini yitirmiş” (s. 20) kimliği altında geçersiz kılınır. Otoritenin bakışı, gerçeği inşa eden ve bireyi bu sahte kimliğe hapseden bir kapan işlevi görür.
Kitaba adını veren “Bir Gemide” öyküsü bu gerçeklik krizini mekânsal bir kapan alegorisine taşır. Gemi, kökeni, rotası ve kaptanı belirsiz bir varoluş labirentidir. Anlatıcının, “Nerden binmiştim bu gemiye? (…) Ne zamandan beri bu gemideydim?” (s. 30) soruları, onun bu mekânsal tuzağın içine nasıl ve ne zaman düştüğünü bilmediğini gösterir. Gemi, “gelişigüzel çizilmiş, amacı olmayan bir rota üstünde” (s. 32) ilerleyerek, içindekileri bir belirsizlik denizinde sürükler. Bu mekân, o kadar tekinsizdir ki aynı yerde duran iki bireyin algısı bile ortaklaşamaz. Genç yolcunun gördüğü “ışıklar” (s. 40), anlatıcı için yoktur. Mekânın kendisi, her yolcuyu kendi yalıtılmış gerçeklik kapanına hapseden bir fail hâline gelir.
Beden Olarak Kapan
Dış dünyanın sunduğu gerçeklik parçalandığında ve birey mekânsal olarak kuşatıldığında tutunulacak tek bir referans noktası kalır: kendi bedeninin dolaysız deneyimi. Ancak Edgü’nün dünyasında bu son sığınak eşanlıkla bireyi kendi içine hapseden, duyusal bir beden kapanına dönüşür.
“Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku” öyküsünde anlatıcının dünyası, kaynağı belirsiz, “berbat, dayanılmaz, iğrenç bir koku” (s. 24) tarafından işgal edilir. Bu koku onun için mutlak bir gerçekliktir. Ancak trajedisi, bu yoğun bedensel deneyimi başkalarıyla paylaşamamasıdır: “Ya onlar, bu insanlar duymuyor muydu bu kokuyu?” (s. 27). Bedeninin duyusu, onu diğer insanlardan ayıran bir duvara, kendi algısının hapishanesine dönüşür.
“Kanca” öyküsü, bedenin bir başka kapan seyrini, benmerkezci arzunun körlüğünü ortaya koyar. Anlatıcının Gün ile yaşadığı ve “tekleşme” (s. 52) olarak yücelttiği deneyim aslında ötekinin acısı ve direnişi (“debeleniyordu” (s. 47), sessizce ağlamaktadır (s. 48)) üzerine kuruludur. Anlatıcı, kendi bedeninin hazzına o kadar kilitlenmiştir ki bu durum onu ötekinin gerçekliğine karşı duyarsızlaştıran bir kapanın içine sokar. Beden, burada bir birleşme aracı olduğu kadar, bir şiddet ve solipsist yani öznel kapanımla bir tatmin alanı hâline de gelir.
Kamusal bir alan olan park, “Seksek” öyküsündeki anlatıcı için bir tehdit ve paranoya mekânına dönüşür. İzlenme korkusu (“sanki beni izleyen birisi” (s. 68)) ve diğer insanlarla kurulan düşmanca iletişim, onun toplumsal alandaki sıkışmışlığını gösterir. Öykünün doruk noktası, anlatıcının kendini çocukların çizdiği bir seksek oyununun içinde, üzerinde “CEH / ENNEM” (s. 74) yazan bir dairede bulmasıdır. Çocukların yargılayan bakışı, onu bu basit çizginin içine mahkûm eder. Bu, bireyin toplumun görünüşte basit kuralları tarafından nasıl yargılandığını ve bir “cehenneme” nasıl hapsedildiğini gösteren güçlü bir alegoridir.
Kapan ve Kaçış: “Dönüş” Öyküsünde Labirentin Somutlaşması
“Dönüş” öyküsü, kitaptaki labirent ve kapana kısılma temasını en somut hâliyle işler. Anlatıcı, kökenlerinin olduğu adaya “Burda açtım gözlerimi. Burda kapayacağım” (s. 61) diyerek kesin bir aidiyet duygusuyla döner. Ancak bu dönüş bir hapishaneye girişe dönüşür. Adadan ayrılmak istediğinde, iskele memuru tarafından engellenir: “adadan ayrılmak için sizin özel izin almanız gerekiyor” (s. 65). Bu fiziksel tuzağa düşürülme hali, öykünün sonunda varoluşsal bir kâbusa evrilir. Anlatıcı, evine döndüğünde kendi yerini, kendi kadınını ve hatta kendi kimliğini (yazma eylemini) devralmış bir başka adamla karşılaşır ve kendi hayatından silinir (s. 66). “Dönüş”, gerçekliğin parçalanmasını ve kimliğin istikrarsızlığını, fiziksel olarak hapsolunan bir ada ve kişinin yerini alan bir “öteki” imgesiyle birleştirerek kitabın temel izleklerini en doğrudan şekilde ortaya koyar.
Sözcüğün İflası ve Anlatının Sessizliği
Birey; mekân, beden ve bakış tarafından tamamen kuşatıldığında bu çok katmanlı kapan deneyimini ifade etme ve paylaşma aracı olan dil de iflas eder. Anlatı, bir anlam yaratma çabası olmaktan çıkar, bir imkânsızlığın itirafına, kapanın içindeki sessizliğe dönüşür.
“Olanak-siz” öyküsü, anlatıcının “artık kendimden söz etmekten yoruldum” (s. 76) ifadesiyle kişisel anlatının tükenişini ilan ederek başlar. Anlatıcı, “Hiçbir öyküsü olmayan bir öykü” (s. 76) anlatma niyetindedir. Bu kriz, anlatıcının “Öyleyse niçin yazıyorsun?” sorusuna verdiği çelişkili yanıtlarda somutlaşır: “Yazmak için. Kurtulmak için. Anlatmak için. Susmak için. Kusmak için…” (s. 78). Bu listedeki “Susmak için” ve “Kusmak için” ifadeleri, kapanın nihai sonucunu gösterir. Yazmak, artık bir iletişim değil, içsel bir sessizliğe ulaşma veya bedenin içindeki zehri dışarı atma eylemidir.
“Melek Cici” öyküsü, bir film senaryosu gibi kısa ve betimleyici cümlelerle kurulmuştur. Bu biçimsel tercih, geleneksel edebi anlatıyı bilinçli olarak reddeder. Anlam, söylenenlerde kendini sunmaz, gösterilenlerin yarattığı atmosferde ve “tam bir sessizlik” (s. 81, 83) ifadesinin tekrarındadır. Bu sessizlik, bir boşluk değil, anlamın yitirildiği, iletişimin koptuğu ve bireyin kendi varoluşunun ağırlığı altında tek başına kaldığı yoğun bir durumun, kapanın içindeki nihai sessizliğin ifadesidir.
Toplumsal Dinamikler, Motifler ve Güç İlişkileri
Edgü’nün kurduğu kapan estetiği, bireyin soyut ve varoluşsal sıkışmışlığının ötesinde, metin boyunca tekrarlanan somut dinamiklerle katmanlanır. Bireyi çevreleyen tekinsiz mekân ve onu tanımlayan dışsal bakış, toplumsal hiyerarşilerde ve kişilerarası güç dengelerinde ete kemiğe bürünür. Örneğin kitaba adını veren öyküdeki gemi yalnızca rotası belirsiz bir labirent olmakla kalmaz; birinci, ikinci ve üçüncü mevki yolcularıyla (s. 33) katı bir toplumsal düzenin mikrokozmosunu sunar. Bireyin bu yapı içindeki konumu sabittir ve bu durum, onun varoluşsal kapana kısılmışlığının toplumsal bir yansıması olarak okunabilir. Keza “Dönüş” öyküsünde anlatıcının adadan ayrılma isteğinin, “özel izin almanız gerekiyor” (s. 65) şeklindeki bürokratik bir engelle ve topluluğun örtük baskısıyla karşılaşması, kapanın bireysel algıdan çıkıp kolektif bir iradeye dönüştüğünün göstergesidir.
Bununla birlikte eserdeki tekinsizlik atmosferi, öyküler arasında köprü kuran yinelenen motiflerle pekiştirilir. Eserin neredeyse her anına sinen deniz imgesi, bu durumun en belirgin örneğidir. Deniz, “Kanca” öyküsünde arzu ve ilksel bir birleşme alanı sunarken, “Bir Gemide” öyküsünde yönünü yitirmiş bir hiçliğin ve mahpusluğun mekânına dönüşür. Bu çok anlamlılık, potansiyel bir özgürleşme imkânının dahi kapanın bir parçası haline gelebildiğini gösterir. Benzer bir biçimde, “Kaza” öyküsünün başındaki kaotik gürültü (s. 10) ile “Melek Cici” öyküsünü domine eden derin ve mutlak sessizlik (s. 81, 83) arasındaki karşıtlık, kapanın duyusal boyutunu ortaya koyar. Anlamın oluşumunu engelleyen kakofoni ile anlamın yitirildiği boşluk, bireyi iki farklı uçtan kuşatan duyusal bir hapishane yaratır.
Kapan estetiğinin bir diğer katmanı ise kişilerarası ilişkilerdeki etik çöküşte ve güç oyunlarında belirir. “Kanca” öyküsündeki anlatıcının Gün ile yaşadığı deneyimi bir “tekleşme” olarak yüceltmesi, kendi arzusunu mutlaklaştıran bir güç pratiğine evrilir. Anlatıcının eylemleri karşılıklı bir deneyimden aşarak ötekinin bedeni üzerinde kurulan bir tahakküm olarak şekillenir. Gün’ün çırpınışları (“Debeleniyordu” (s. 47)) ve sessiz gözyaşları (s. 48), anlatıcının solipsist/algısal tekillik haz tuzağı içinde görünmez kılınır. Bu düzlemde beden yalnızca bireyi kendi içine hapseden duyusal bir kale olmakla kalmaz, bir başkasının iradesini yok sayan bir şiddet alanına dönüşür. Böylece varoluşsal kapan, kişilerarası bir tahakküm ilişkisiyle somut bir etik probleme bağlanır.
Sonuç
Ferit Edgü’nün Bir Gemide’si, modern bilincin labirentlerinde tekinsiz bir yolculuktur. Kitap, dışsal ve nesnel kabul edilen gerçekliğin temellerinin sarsılmasıyla başlayan bir çözülme sürecini, bireyi adım adım bir kapan içine alarak takip eder. Bu kapan yalnızca varoluşsal bir düzlemde kalmayıp metnin dokusuna işlenen sınıfsal hiyerarşiler, toplumsal baskı mekanizmaları ve kişilerarası güç ilişkileriyle somutlaşır. Önce bireyi tanımlayan dışsal bakış ve onu çevreleyen, deniz gibi çelişkili motiflerle yüklü tekinsiz mekân ile kurulan bu kuşatma, ardından bireyi kendi bedeninin duyusal ve arzu dolu hapishanesine iter. Nihayetinde bu en temel deneyimi bile ifade etme ve paylaşma aracı olan dilin kendisi iflas eder. Anlatı, bir anlam kurma projesi olmaktan çıkarak kendi imkânsızlığını sergileyen bir eyleme dönüşür. Edgü, bunu yaparken minimalist ve keskin bir üslup kullanır. Az sözcükle okuru karakterlerinin zihinsel ve bedensel sıkışmışlığının içine çeker.
Kaynakça
Edgü, F. (2014). Bir gemide. Sel.
