Gustave Lanson gibi Faruk Kadri Timurtaş ve Mehmet Kaplan da edebiyat tarihçisinin sadece büyük ve tanınmış isimleri değil, tüm yazarları ve yazarların eserlerini tespit ederek inceleme yapması gerektiğini söyler. Mehmet Kaplan ayrıca Tanzimat’tan sonra dergi ve gazete çevresinde gelişim gösteren Türk edebiyatında kitap hâline gelmemiş metinlerin özellikle incelenmeden edebiyat tarihi yazılmasının eksiklik ve yüzeysel olduğunu vurgular. Lanson gibi Fuat Köprülü de edebiyat tarihi araştırmalarının birincil odak noktasının şâheserler olduğunu düşünerek herhangi bir tarihte şâheser olarak adlandırılmış tüm eserlerin günümüzde bu özelliğini kaybetse dahi merkez olarak kabul edilmesi gerektiğini savunur. Ali Nihat Tarlan, dikkate alınması gereken ilk hususun eser olduğunu ve eserlerin ait olduğu dönemin hareketleri bağlamında değerlendirilmesini söylerken Fuat Köprülü, bunun yanı sıra metinlerin özümsenip döneminden ayrılan özgün taraflarının ortaya çıkarılmasını da önemser. Metinlerin özel ve orijinal özelliklerini belirlemek konusunda Lanson gibi düşünen Köprülü, edebiyat tarihinin türler ve cemiyetler açısından kıyaslamalar yapılarak tasnif edilmesini savunur. Vasfi Mahir Kocatürk ise tasnif etme konusunu kronolojik şekilde ele alarak Türk Edebiyatı tarihinin sadece Osmanlı edebiyatından meydana geldiği yanılgısını belirtir ve Türk tarihinin başlangıcından Müslümanlaşmaya kadarki dönemin de sınıflandırma yaparken göz önüne alınmasını ifade eder. Vasfi Mahir Kocatürk gibi Ömer Faruk Akün de Türk edebiyatı tarihini sınıflandırma konusunda “Tanzimat edebiyatı” adlandırmasını yanlış ve isabetsiz bularak bu yanlış tanımlamanın aslında edebiyatta yenileşme ve batılılaşma anlamında asılsız bir biçimde kullanıldığını düşünür.
Hippolyte Taine gibi Şerif Aktaş da edebiyat tarihini medeniyet tarihinin bir parçası olarak görür ve Şerif Aktaş, coğrafyadan bağımsız bahsedilemeyen edebiyat tarihinin dağınık bir görüntüye sebep olduğunu ve dilin ilerleyişi özelinde bütüncül bir bakış açısıyla inceleme yapmaktan mahrum olunduğunu ifade ederken Faruk Kadri Timurtaş da edebiyat tarihinin bir milletin başlangıçtan günümüze kadar oluşumunu siyasî, toplumsal şartlarla bütünlüklü olarak ve estetik değerini belirleyerek yazılabileceğini söyler. Bununla birlikte Mehmet Kaplan, edebiyat tarihini sosyal, politik, ekonomik ve kültürel bir düzleme oturtmanın bugün daha da zorlaştığını düşünerek bu alandaki gerçeklerin araştırma yapanların bakış açılarına göre şekillendiğini söyler ve bu gerçeklerin başka yönlere kayarak değişebildiğini ifade eder. Faruk K. Timurtaş ve Muhsin Ziya, bir edebiyat tarihçisinin yazarların, eserlerin ve dönemlerin tahlilini yapıp biyografik malzemeleri elde ettikten sonra edebiyat tarihini oluşturabileceğini belirtir ve Muhsin Ziya, üstelik yazarların psikolojisinin de bilinmesinin gerekliliğini ileri sürer. Taine gibi Timurtaş da edebiyat tarihini genetik ve sosyolojik ilişki üzerine kurarken bunlara ilave olarak estetik ve psikolojik metot olduğunu da belirten Timurtaş, üstelik gereksinim duyulduğunda tüm bunların lazım olan özellikleri alınıp birleştirilerek de bir metot oluşturulabileceğini ifade eder. Timurtaş, yazılı eserlerin ne kadarının günümüze ulaştığının tespitinin yapılmasını önemli bulurken Mehmet Kaplan, edebiyatın sadece yazılı edebiyattan meydana gelmediğini ve halk edebiyatının da unutulmaması gerektiğini savunarak bu malzemelerin toplanıp incelenmesini önerir. Mehmet Kaplan’da olduğu gibi Muhsin Ziya da bu malzemeleri toplayıp inceleyecek edebiyat tarihçisinin ne kadar çalışkan olursa olsun bu işi tek başına yapmasının imkânsız olduğunu belirtir.
Fuat Köprülü ve Gustave Lanson, yazarların ve eserlerin araştırılması için yazarın yaşadığı dönemin mutlaka incelenmesi gerektiğini söylerken Şerif Aktaş ve Ali Nihad Tarlan, çevresel ve dışsal koşullara haddinden fazlaca önem verilmesinin edebî olanı ıskaladığını savunarak edebiyat tarihi içinde coğrafya, tarih, biyografi, psikoloji kırıntıları gibi edebiyat tarihi dışında ne varsa bulunduğunu ve bunların esas konuya bağlanamadığını düşünür. Lanson gibi Köprülü de objektiflik ve sübjektiflik üzerinde durarak edebiyat tarihçisinin objektif kalmasının zor olduğunu düşünür ve Köprülü sübjektifliği reddetmek yerine onu edebî eserlerin anlaşılmasına yardımcı olması bakımından kullanmasını ama bununla birlikte bireysel etkilenmenin tehdidine kapılmamak için “bilmek” ve “hissetmek” kavramlarını ayrı tutmasını savunur. Lanson’da olduğu gibi Muhsin Ziya da sübjektifliği empresyonist bir ruh hâli olarak ifade eder ve Lanson, yazarın kendi görüşlerini objektiflik uğruna gözden kaçırmasının hatalı olduğunu belirtirken Muhsin Ziya, edebiyat tarihçisinin eserler ve özellikle şiir hakkındaki hükümlerinin az çok objektiflikten uzak olabileceği ama bu görüşlerin içinden en doğrusunu seçmesi gerektiği ve bunun da zor olduğu görüşündedir. Türk edebiyatı tarihinin çok geniş bir zaman dilimine ayrılması ve üç lehçede eserler vermesi konusunda Faruk Kadri Timurtaş gibi düşünen Muhsin Ziya, yirmi asırlık bir geçmişe sahip olup aynı zamanda geniş bir coğrafyaya yayılmış olma özelliği taşıyan bir millet için edebiyat tarihi derlemesi yapılmasının olanaksız bir hâle geldiğini düşünür.
Şerif Aktaş ise geniş bir coğrafyada Türklük ruhunu yansıtarak var olan Türk dilindeki birliğin ve mantık ağının çözüme ulaştırılmasıyla doğru metoda yaklaşılabileceğini savunarak bu metodun dışarıdan alınamayacağını, Türk tarih ve medeniyetinin bütünlüklü olarak ele alınmasını söyler. Faruk Kadri Timurtaş gibi Mehmet Kaplan da eski Türk edebiyatının sadece divanlardan ibaret olmadığını hatta divanların bile tam olarak incelenemediğini vurgulayarak bu kaynakların okunmadan edebiyat tarihi yazılmasının zorluğuna dikkat çeker. Edebiyat tarihçisinin eser meydana getiren yazarın bireysel özgünlüğünü ortaya koyarken onu içinde bulunduğu devrin temsilcisi saymasının bir usûl güçlüğünü meydana getirdiği konusunda Lanson gibi düşünen Köprülü, orijinal yazarı “mümtaz bir şahsiyet” olarak adlandırarak onun, sadece dahil olduğu toplumun dinamiklerini ortaya koymakla beraber anlaşılmasını yöntem olarak benimsemenin zıt ve güç bir durum doğurduğunu savunur. Mehmet Kaplan; halk, divan ve yeni Türk edebiyatı alanlarındaki metinlerin ilmî bir şekilde yayımlanmadan ve titizlikle incelenmeden Türk edebiyatı tarihinin yazılmasını mümkün görmezken Ömer Faruk Akün, edebiyat tarihi yazarının tüm bu malzemelerin önüne hazır olarak gelmesini beklememesi ve kolaya kaçmadan özveriyle araştırmasını parça hâlinde bırakmadan bütüne ulaştırması gerektiğini savunur. Parçadan bütüne gitme konusunda Lanson ile aynı düşüncelere sahip olan Köprülü ise bir edebiyat eserinin edebiyat tarihçisi üzerinde bıraktığı etkinin, eserin yayımlandığı ilk günden bu yana sayısız kabullere ve duygulara eklenip “ahenkli bir kül” meydana getirdiğini söyleyerek edebiyat tarihi yazımının felsefesini ortaya koyar.
