A.C.S. Peacock, Moğol Anadolu’sunda İslam, Edebiyat ve Toplum (çev. Renan Akman, Koç Üniversitesi Yayınları, 2023) adlı eserinin “Edebiyat Türkçesinin Doğuşu” başlıklı bölümünde konuya dair yerleşik ve genellikle milliyetçi bir tarih yazımının şekillendirdiği anlatıyı temelden sorgulayarak meselenin çok daha karmaşık ve katmanlı bir zeminine işaret eder. Yazar, Türkçenin bir yazı dili olarak ortaya çıkışını ani, yekpare bir kültürel uyanış olarak değil; Moğol istilalarının yarattığı siyasi parçalanmanın doğrudan bir sonucu olarak Anadolu’nun geleneksel merkezlerinin çeperlerinde gelişen, bilinçli ve stratejik bir süreç olarak ortaya koyar.

Bir Efsanenin Yıkılışı ve Gerçekliğin İnşası
Peacock, argümanına modern Türkiye’de bir dil bayramıyla kutlanan ve sıkça yüceltilen Karamanoğlu Mehmed Bey’in 1277’de Konya’da yayımladığı ünlü fermanı sorunsallaştırarak başlar (s. 189). O, bu olayın çağdaş tarihçi İbn Bîbî’nin anlatımında, Türkçenin statüsünü yükselten bir reformdan ziyade “medeniyet dili Farsçayı” yasaklayan Karamanlı isyancıların “barbarlıklarını” vurgulama amacı taşıdığını öne sürer (s. 190). Böylece ulusal bir kahramanlık anı olarak görülen bu ferman, Peacock’un analizinde kültürel bir geri kalmışlığın nişanesi olarak sunulur. Bu yaklaşım, bölümün geri kalanında takip edilecek olan ana tezin de habercisidir: Türkçenin yükselişi, Moğol istilaları sonrası Selçuklu merkezî otoritesinin (Konya) zayıflamasıyla Anadolu’nun çeperlerinde ortaya çıkan çeşitli yeni güç odaklarında gerçekleşmiştir ve bu çeperde ortaya çıkan yeni güç odaklarının kendilerini meşrulaştırma arayışıyla doğrudan bağlantılıdır.
Yazar, bu savını desteklemek için 13. yüzyılda “oldukça zengin” bir Türkçe edebiyatın var olduğu yönündeki geleneksel iddiayı çürütmeye girişir (s. 194). Köprülü ve Mansuroğlu gibi otoritelerin 13. yüzyıl yazarları olarak andığı Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza ve Dehhânî gibi isimlerin daha güncel filolojik ve tarihsel araştırmalar ışığında kesin olarak 14. yüzyıla hatta bazılarının 15. yüzyılın başlarına tarihlendirilmesi gerektiğini belgelerle ortaya koyar (s. 195). Örneğin Şeyyad Hamza’nın bir şiirinde geçen 749/1348-9 tarihi, onun bu yıldan sonra ölmüş olması gerektiğini gösterirken (s. 195), Dehhânî’nin yakın zamanda bulunan divanı, onun Ahmedî’nin bir çağdaşı olduğunu kanıtlamıştır (s. 195).
Bu “temizlik” operasyonunun ardından Peacock, Anadolu’da güvenilir bir şekilde tarihlendirilebilen en eski Türkçe telif eserin, yaygın kanının aksine bilinen destanlar veya sufi şiirleri değil, 1270-1287 yılları arasında Afyonkarahisar (Karahisar Develi) civarında telif edilen ve hâlâ basılmamış bir vaaz kitabı olan Behcetü’l-hadâik olduğunu belirtir (s. 199-200). Bu eserin, geleneksel kültür merkezlerinden uzakta, bir uç bölgesinde ve Tebrizli bir mütercim tarafından Farsça bilmeyen “karındaşlar” için yazılmış olması, Türkçenin ortaya çıkış dinamiklerine dair önemli ipuçları sunar: Bu dil, çeperde ve İlhanlı dünyasıyla bağlantılı bir ortamda filizlenmiştir (s. 200-201).
14. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise Türkçe edebî üretim, birbirinden farklı motivasyonlara sahip iki ana merkezde yoğunlaşır. Bunlardan ilki, herhangi bir belirgin hami olmaksızın Gülşehrî ve Âşık Paşa gibi sufilerin eser verdiği Kırşehir’dir (s. 203, 205). Âşık Paşa, Garibnâme’yi neden Türkçe yazdığını açıklarken “Türk diline kimsene baḳmaz-ıdı / Türklere hergiz gönül aḳmaz-ıdı” dizeleriyle bu dili kullananların o zamana dek manevi bilgiden mahrum kaldığını ima eder (s. 205). Ancak Peacock’a göre bu durum, basit bir dilsel gereklilikten öte, Rûmî’nin ilahî vahyin farklı dillerde sürebileceği yönündeki düşüncesinin bir uzantısıdır (s. 210). Yazar, eserini Türkçe telif ederek Tanrı ile kendi benzersiz ilişkisine tanıklık etmekte ve dinî otoritesini ilan etmektedir (s. 211).
İkinci merkez ise Aydınoğulları beyliğidir ve buradaki üretim, Kırşehir’in aksine doğrudan saray himayesinde gerçekleşen bir tercüme faaliyetidir (s. 211). Umur Bey gibi hükümdarlar, Kelile ve Dimne gibi siyasetnamelerin veya İbnü’l-Baytar’ın farmakoloji rehberinin Türkçe tercümelerini sipariş etmiştir (s. 212). Bu durum, bilginin erişilebilir kılınmasından çok; yeni kurulmuş bir Türkmen hanedanının, İslam medeniyetinin klasik eserlerine “bir Türk ve Aydınoğlu damgası vurarak” kendilerini ana akım İslami kültüre dahil etme ve siyasi meşruiyetlerini pekiştirme stratejisi olarak yorumlanır (s. 213). Nitekim aynı sarayın daha az bilinen bazı Farsça eserlerin telifine de destek olması, meselenin sadece dil bariyerini aşmak olmadığını gösterir (s. 213).
Peacock, Türkçenin bu yükselişine rağmen Farsça ve Arapçanın direngenliğinin altını çizer. Özellikle Orta Anadolu’da Farsça, 14. yüzyılın sonlarında dahi hem bir prestij ve idare dili hem de bir konuşma diliydi. Yazar, bu noktada Esterâbâdî’nin, biyografisini neden Farsça yazdığını açıklarken “Rum ülkelerinde yaşayan halkın çoğunun Fars diline meyilli olması” ve idari kayıtların bu dilde tutulması gibi gerekçeler sunmasını kanıt olarak kullanır (s. 220). Arapça ise özellikle fıkıh ve ileri düzey ilahiyat alanlarındaki rakipsiz üstünlüğünü sürdürmüştür (s. 224).
Bölümün son kısmı, Anadolu’daki bu dilsel gelişmeleri daha geniş bir coğrafi bağlama oturtur. Anadolu Türkçesi, yalıtılmış bir ortamda değil, Altın Orda ve Memlük sahasını da içine alan “Türkçe konuşup yazan kozmopolit bir dünya” içinde şekillenmiştir (s. 228). Altın Orda’da kullanılan ve “Tatar dili” olarak da adlandırılan Doğu Türkçesinin (Hârizm Türkçesi) ve Uygur alfabesinin, Anadolu imlası ve dil özellikleri üzerinde belirgin bir etkisi olmuştur (s. 228, 231). İki bölge arasında seyahat eden âlimler, tüccarlar ve metinler, dilsel bir etkileşim ağı yaratmıştır. Nehcü’l-ferâdis gibi bazı eserlerin hem Doğu hem de Batı Türkçesi versiyonlarının bulunması bu etkileşimin canlılığını gösterir (s. 233).
Bu yeni edebî hareketin karakteri de en az ortaya çıktığı coğrafya kadar kendine özgüdür. Gerek Farsça gerek Arapça konuşan dünyalarda saray edebiyatının temel direği olan methiye türünün, bu dönem Anadolu’sunda neredeyse hiç yer bulmaması dikkat çekicidir. Ahmedî gibi isimlere kadar önemli Türkçe kasideler bulunmadığı gibi, Aydınoğlu sarayına sunulan bir avuç istisna dışında Farsça veya Arapça methiyeler de yok denecek kadar azdır. Bu durum, Anadolulu hamilerin, şairlere kendilerini övdürmekten çok daha farklı bir amaç güttüğünü ortaya koyar. Onlar, orijinal övgü şiirlerinden ziyade “klasik İslami eserlerin yerelleştirmeleri, tercümeleri ya da popülerleştirilmiş versiyonlarıyla ilgilenmişe benzerler” (s. 224). Bu bilinçli tercih, basit bir edebî zevkten öte, yeni kurulan beyliklerin kendilerini İslami medeniyetin merkezine bağlama ancak bunu yaparken de bu mirası kendi dillerine mal ederek ona bir “Aydınoğlu” veya “Germiyanoğlu” kimliği kazandırma stratejisinin bir parçasıdır. Böylece edebiyat, bir övgü aracı değil de bir kültürel sahiplenme ve meşruiyet inşa etme aracına dönüşmüştür.
Sonuç olarak Peacock; Edebiyat Türkçesinin doğuşunu tek bir sebebe veya merkeze indirgeyen basitleştirici anlatıların yerine çok merkezli, politik ve dinî motivasyonlarla şekillenen, çeperin merkeze karşı bir hamlesi olarak resmeder. Bu yeni dilin yükseldiği Aydın, Germiyanoğlu toprakları ve Kırşehir gibi yerler, “ancak Orta Anadolu’daki geleneksel siyasi meşruiyet biçimlerinin çöküşüyle birlikte alternatif güç odakları olarak yükselmeye başladılar” (s. 237). Bu yeni aktörlerin otoritelerini ve meşruiyetlerini kabul ettirmek için “yeni bir lügate ve dile ihtiyaçları vardı” (s. 237). Böylece Türkçe, bir etnik kimliğin doğal bir tezahüründen çok; Moğolların altüst ettiği bir dünyada iktidarı yeniden tanımlamanın bir aracı hâline gelmiştir.


