GİRİŞ
Türk edebiyatının 1950 kuşağı öykücülüğünün önemli isimlerinden Nezihe Meriç, eserlerinde yarattığı kadın karakterlerin iç dünyalarına, gündelik yaşamın sıradan anlarına ve bireyin toplum içindeki varoluş sancılarına yönelik derinlikli bakışıyla kendine özgü bir yer edinmiştir. Yazarın ileri yaşlarında kaleme aldığı ve uzun bir yazım sürecinin ürünü olan Alacaceren (2003) romanı, onun yazarlık serüveninde hem biçimsel arayışların hem de tematik yoğunluğun ulaştığı yetkin bir örnek olarak karşımıza çıkar. Roman, parçalanmış bir ailenin geride bıraktığı iki kız kardeşin, Bengi ve Gün’ün, ayakta kalma mücadelesini ve kimliklerini inşa etme süreçlerini konu edinir. Ancak bu süreç, olayların kronolojik bir sırayla aktarıldığı geleneksel bir anlatı yapısıyla sunulmaz. Alacaceren, merkezine aldığı ana karakter Bengi’nin bilincini ve belleğini birincil düzenleyici ilke olarak kullanır; geçmiş ve bugün arasında mekik dokuyarak kayıp, anı ve kendini yaratma izleklerini iç içe geçirir.
Bu yazı, Alacaceren romanının, parçalanmış ve anımsamalarla yeniden kurulan anlatı yapısı aracılığıyla istikrarlı bir aile birliğinin yokluğunda kimliğin nasıl oluştuğunu araştırdığını öne sürmektedir. Romanın biçimsel yenilikleri yalnızca teknik bir deneme olmanın ötesinde, travma, kayıp ve bellek temalarıyla organik bir bağ kurar. Bu incelemede, romanın yapısal kurgusunu çözümlemek için Mehmet Rifat’ın yapısalcılıktan esinlenen anlatı çözümleme yaklaşımlarından yararlanılacak; karakterlerin varoluş mücadeleleri ve anlatının katmanlı yapısı, Berna Moran’ın özellikle 1980 sonrası Türk romanı için yaptığı üstkurmaca ve yenilikçi anlatı saptamaları çerçevesinde değerlendirilecektir.
1. BÖLÜM: ANLATININ YAPIÇÖZÜMÜ: ZAMAN, MEKÂN VE SES
Alacaceren, doğrusal bir olay örgüsünü takip etmek yerine, kahramanın zihnindeki çağrışımlarla ilerleyen dağınık ve parçalı bir yapı sergiler. Bu yapı, modern anlatılarda travmanın belleği işleyiş biçimini yansıtan bir travma anlatısı özelliği gösterir. Travma, belleği kronolojik akışından kopararak onu kesintili, döngüsel ve anlık parlamalarla çalışan bir mekanizmaya dönüştürür. Romanın “Sabahlardan Bir Sabah”, “Bir Başka Sabah”, “Ah! Güzel Sabahlar da Vardı” gibi başlıklarla bölünmesi, karakterin geçmişi bütünlüklü bir şekilde değil, zihninde iz bırakmış anlar aracılığıyla yeniden yaşadığını gösterir. Mehmet Rifat’ın belirttiği gibi bir yazınsal metnin evreni, “birbirinden bağımsız biçim ve anlam birimlerinin aynı bağlam içine girerek birbiriyle çatışmasını, giderek kaynaşmasını gerçekleştiren değerler” bütünüdür (Rifat, Roman Kurgusu ve Yapısal Çözümleme, s. 15). Alacaceren’de bu değerler, Bengi’nin travmatik geçmişinin bilincindeki kesintili ve düzensiz doğasını yansıtan an parçacıklarıyla kurulur.
Romanın dikkat çekici yapısal özelliklerinden biri anlatıcının kimliğidir. Anlatı, yazar olduğu sezdirilen bir sesin, yaratım sürecine dair düşünceleriyle açılır: “Onun adı Bengisu. Düşünüyorum da, bu adı ona dedesi koymuştur. Zamanla, ‘su’ düşmüş, Bengi kalmış” (Meriç, Alacaceren, s. 7). Bu ses, roman boyunca karakteriyle arasında duygusal bir bağ kurar, onu anlama ve sevme çabasını okurla paylaşır: “Bengisu! Ben bu Bengi’yi çok seviyorum. Onu düşünürken, onu yazmak için irdeleyip dururken içimde, hep bir sızı oluşuyor” (s. 7). Yazar-anlatıcı, Bengi’nin öyküsünü onunla “beraber kotarmak” istediğini belirterek metnin kurmaca kimliğini en başından açık eder. Bu üstkurmaca tavır, okuru edilgen bir alımlayıcı konumundan çıkarıp yaratım sürecinin bir tanığı haline getirir. Anlatıcının bu müdahaleleri, romanın sadece bir hikâye anlatma aracı olmadığını, yazma eyleminin kendisini de sorgulayan bir metin olduğunu gösterir.
Zaman kurgusu da bu parçalı yapıyla uyumludur. Bengi’nin zihninde geçmiş anlar, şimdiki zamandaki bir uyaranla tetiklenir. Annesinin evdeki varlığı, onu geçmişteki terk ediliş sabahına götürür. Babasının dağınık hâli, onunla geçirdiği hem hüzünlü hem de düşsel anları canlandırır. Mekân kullanımı da bu durumu destekler. Ev, Bengi için sadece bir barınak kozmosundan çıkarak kayıp düzeni yeniden kurmaya çalıştığı, anılarını sakladığı kutsal bir alandır. Evi sürekli düzenlemesi, eşyaların yerini değiştirmesi aslında dağılmış ailesinin ve parçalanmış belleğinin yarattığı boşluğu doldurma çabasının bir simgesidir.
2. BÖLÜM: KİMLİK İNŞASI VE VAROLUŞ MÜCADELESİ
Alacaceren, merkezine aldığı karakterlerin kimliklerini, aile kurumunun çöküşü ve bunun yarattığı boşluk üzerinden inceler. Bengi, romanın merkezindeki “kurucu” kimliktir. Anne ve babasının evi terk etmesiyle birlikte küçük yaşına rağmen kardeşi Gün’e annelik yapmak zorunda kalır. Onun kimliği kayıplar ve sorumluluklar üzerine inşa edilmiştir. Asım Bezirci, Nezihe Meriç’in karakterlerinin genellikle “toplum içinde bir dayanakları” olmadığını ve “yarınlarından da umutlu” olmadıklarını belirtir (Bezirci, Nezihe Meriç, s. 85). Bengi de bu tanıma uyar; ancak o, umutsuzluğa teslim olmak yerine kendi düzenini kurarak bir direniş gösterir. Onun evle, eşyalarla, sofra kurmakla kurduğu ilişki, dağılan dünyasına karşı bir anlam ve düzen yaratma çabasıdır. O, “sessiz bir akarsu gibi, hiç belli etmedi kendini. On iki, on üç yaşındayken, evin aşçısı olmamış mıydı?” (Meriç, Alacaceren, s. 12). Kardeşi Gün ise bu süreçte hem Bengi’nin sorumluluğunun bir nesnesi hem de onun varoluş mücadelesinin en somut nedenidir. İki kardeş arasındaki dinamik, aynı travmatik başlangıca verilen farklı tepkileri ve birbirine tutunarak hayatta kalma çabasını simgeler.
Dede karakteri bu kimlik inşası sürecinde Bengi’nin tutunduğu en önemli daldır. O, yalnızca bir aile büyüğü etiketi yüklenmez, estetik zevkleri, kültürü, sevgisi ve bilgeliğiyle kaybolan düzeni ve güveni temsil eden idealize edilmiş bir figürdür. Bengi’nin belleğindeki dede, “inceliklerle donanmış biri” (s. 7) olarak canlanır. Dedenin ölümüyle birlikte bu sığınak da ortadan kalkar ve iki kardeş tamamen kendi başlarına kalırlar.
Anne ve baba ise “yokluklarıyla” var olan karakterlerdir. Bengi’nin zihninde anne, “konuk” olarak tanımlanır: “Evde konuk var! Anne sözcüğüyle, konuk sözcüğünün yan yana gelmesinden çıkan, irkiltici duyguyu bastırıp, küçük bir telaşlanma yaşıyor” (s. 11). Baba ise alkolizme sığınmış, düşler dünyasında yaşayan trajik bir figürdür. Bu iki karakterin yokluğu, Bengi’nin erken olgunlaşmasının ve kendi kimliğini yaratma zorunluluğunun temel nedenidir.
3. BÖLÜM: ÜSTKURMACA VE YAZMA EYLEMİ
Alacaceren’i Nezihe Meriç’in diğer eserlerinden ayıran en temel özelliklerden biri, anlatının kendi kurmaca doğasını sürekli olarak sergilemesi ve yazma eylemini romanın merkezine yerleştirmesidir. Berna Moran, 1980 sonrası Türk romanında gözlemlediği köklü değişimin “gerçekçiliğin terkedilip postmodernist çizgide yeni bir anlatı türünün doğuşu” olduğunu belirtir (Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış III, s. 10). Moran’ın bu tespiti yaptığı 1994 yılından sonra yayımlanan Alacaceren (2003), bu eğilimlerin Meriç gibi bir yazarın kaleminde nasıl olgunlaştığını gösteren bir örnektir. Moran’a göre, “Gerçekçi yazar anlattığı şeylerin kurmaca bir dünyada geçtiğini unutturmak ister okura. (…) Postmodernist yazar ise romanın gerçek dünyayı yansıtmayan bir sözcükler dünyası olduğunu açıkça belli eder okura” (Moran, a.g.e., s. 56). Nezihe Meriç de Alacaceren’de tam olarak bunu yapar.
Anlatıdaki asıl katmanlı yapı, romanın kahramanı Bengi’nin de bir yazar olmaya karar vermesiyle kurulur. Bu, Mehmet Rifat’ın “ayna tekniği” olarak da adlandırdığı mise en abyme yapısını akla getirir (Rifat, Roman Kurgusu ve Yapısal Çözümleme, s. 36). Bengi’nin yazmaya başladığı roman kendi hayatının bir yansımasıdır. Bu durum, yazar Nezihe Meriç’in Alacaceren’i yazma süreciyle bir paralellik kurar. Bengi, yazma sürecinde kendi hayatıyla kurmacası arasındaki ilişkiyi sorgular: “Yalnız, bir konuda, ikircime düşüyordu Bengi. Bu yazdıkları kendi yaşamı mı, yoksa, roman kişilerinin mi, biraz karıştırıyordu. Kendi yaşamına hiç benzemeyen, ama ondan, çok renkler, izler, sesler taşıyan bir metin üretiyordu” (s. 28). Bu sorgulama, yazarın yaratım sürecindeki temel sorunsallarından birini yani yaşam ve kurmaca arasındaki geçirgenliği doğrudan metnin içine taşır.
Romanın sonunda Nezihe Meriç, anlatıcı kimliğini tamamen bir kenara bırakarak doğrudan okura seslenir. Metnin 1970’li yıllarda tasarlandığını ancak ülkenin içinde bulunduğu siyasi karmaşanın (“Memlekette terör vardı. Sıkıyönetimler, yasaklar, tutuklanmalar, işkenceler, yolsuzluklar…”) yazma sürecini sekteye uğrattığını açıklar (s. 77). Semih Gümüş’ün de belirttiği gibi bu türden yazar müdahaleleri, anlatının “bir metin olarak nasıl var olduğu sorusunu” okurun zihnine taşıyarak metni çok katmanlı hale getirir (Gümüş, Başkaldırı ve Roman, s. 44). Meriç’in metnin kurmaca çerçevesini kırarak dış dünyadaki gerçekliğe gönderme yapması bu bağlamda anlam kazanır. Yazar, romanı bitmemiş, ucu açık bir yapı olarak sunar ve tamamlama görevini okura devreder: “İstiyorum ki, bu yazdıklarımı okuyup sevenler, işi sürdürsünler gönülleri nasıl çekerse. Eksikleri tamamlayıp, geri kalanını dokusunlar, kendileri için” (s. 78).
SONUÇ
Nezihe Meriç’in Alacaceren romanı, yazarın edebiyat serüveninin olgunluk dönemine ait, hem biçimsel hem de tematik olarak zengin bir yapıttır. 1950 Kuşağı’nın bireyci ve varoluşçu temellerinden beslenmekle birlikte roman, doğrusal olmayan, bellek ve çağrışım eksenli anlatı yapısıyla bu kuşağın gerçekçi anlatım biçimlerinden belirgin bir şekilde ayrılır. Bu parçalı yapı yalnızca biçimsel bir tercihle kısıtlı kalmayacak şekilde parçalanmış bir ailenin çocukları üzerindeki psikolojik etkileri ve bu travmatik zeminde filizlenen kimlik arayışını yansıtan işlevsel bir araçtır.
Romanın özgün yanı, kurmacanın sınırlarını zorlayan üstkurmaca tekniğidir. Yazarın metne doğrudan müdahalesi ve kahramanın da bir yazara dönüşmesi, Alacaceren’i yalnızca bir hikâye olmaktan çıkarıp yazma eyleminin kendisi üzerine düşünen felsefi bir metne dönüştürür. Nezihe Meriç bu romanıyla, bireyin iç dünyasındaki ince titreşimleri yakalamadaki yetkinliğini biçimsel bir arayışla birleştirerek Türk romanına katkıda bulunur. Romanın ucu açık bırakılan sonu, metnin okurun zihninde yaşamaya devam etmesini sağlayarak edebiyatın dönüştürücü ve yaratıcı gücünü ortaya koyar.
KAYNAKÇA
Bezirci, A. (1999). Nezihe Meriç. Evrensel.
Gümüş, S. (2008). Başkaldırı ve roman. Can.
Meriç, N. (2019). Alacaceren. Yapı Kredi.
Moran, B. (1994). Türk romanına eleştirel bir bakış III: Sevgi Soysal’dan Bilge Karasu’ya. İletişim.
Rifat, M. (2012). Roman kurgusu ve yapısal çözümleme: Michel Butor’un Değişim’i. Yapı Kredi.
