
Öz
Vüs’at O. Bener’in eseri Buzul Çağının Virüsü, parçalı anlatı yapısı ve tematik yoğunluğuyla Türk edebiyatının en zorlu metinlerinden biri olarak kabul edilir. Bu makale, romanın biçimsel zorluğunun yalnızca modernist bir estetik tercih olmadığını, aynı zamanda hem bireysel hem de kolektif düzeyde işleyen tarihsel bir travmanın mimetik bir ifadesi olduğunu savunmaktadır. Didier Anzieu’nün “Deri-Ben”, André Green’in “Ölü Anne Kompleksi” ve Christopher Bollas’ın “Düşünülmemiş Bilinen” kavramlarından oluşan psikanalitik bir çerçeve kullanılarak yapılan bu soruşturma, romanın anlatısal dokusunu travmatize olmuş bir ruhsal yapının kendisi olarak okumaktadır. Metnin doğrusal olmayan zaman kurgusu, çoklu anlatıcıları ve Osman Yaylagülü karakterinin “yaşamasızlık” hâli, 1940’lardan 1980’lere uzanan süreçte Türk aydınının yaşadığı tarihsel hayal kırıklıklarının ve çözümlenmemiş kolektif melankolinin bir sahnelenişi olarak analiz edilmektedir. Sonuç olarak, Buzul Çağının Virüsü‘nün “okunamazlığı”, kişisel ve politik tarihin tek bir travmatik “şimdi”de iç içe geçtiği, dile getirilemeyen bir acının estetik bir tezahürü olarak yorumlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Vüs’at O. Bener, Buzul Çağının Virüsü, travma, melankoli, psikanaliz, Deri-Ben, Ölü Anne Kompleksi, Düşünülmemiş Bilinen, Türk aydını.
Giriş
Vüs’at O. Bener’in yazını, sıklıkla “sıkıntı” ve “yaşamasızlık” temaları etrafında şekillenir. Özellikle başyapıtı olarak kabul edilen Buzul Çağının Virüsü (1984), parçalanmış anlatı yapısı, zaman ve mekân algısındaki kırılmalar ve dilin sınırlarını zorlayan üslubuyla okuru metinle boğuşmaya davet eder. Roman, kahramanı Osman Yaylagülü’nün zihninin labirentlerinde dolaşırken, okura tutarlı bir olay örgüsü sunmaktan ziyade, bir ruh hâlini, bir atmosferi ve en önemlisi dile gelmesi güç bir acıyı deneyimletir. Bu metnin zorluğu, genellikle kahramanın parçalanmış psişesinin ve kıstırılmış aydının trajedisinin bir yansıması olarak yorumlanmıştır. Ancak bu okuma, metnin biçimsel radikalliğini yalnızca bireysel bir psikopatolojinin temsiliyle sınırlar.
Bu makale, Vüs’at O. Bener’in Buzul Çağının Virüsü‘nün, parçalı ve çoklu anlatıcılı yapısını yalnızca kahramanın parçalanmış psişesini temsil etmek için değil, eşanlıkla 1940’lardan 1980’lere uzanan süreçte Türk aydınının daha geniş tarihsel travmasını canlandırmak için kullandığını savunmaktadır. Travma kuramıyla zenginleştirilmiş psikanalitik bir çerçeve kullanarak, romanın “okunamazlığının”, kişisel ve politik tarihin tek bir travmatik “şimdi”de iç içe geçtiği, çözümlenmemiş bir kolektif melankolinin taklidi olduğunu öne sürecektir. Bu amaçla, Didier Anzieu’nün “Deri-Ben” (Le Moi-peau), André Green’in “Ölü Anne Kompleksi” ve Christopher Bollas’ın “Düşünülmemiş Bilinen” (The Unthought Known) kavramları, metnin hem biçimsel yapısını hem de duygusal atmosferini irdelemek için birer araç olarak kullanılacaktır. Bu kuramsal çerçeveler, romanın parçalı dokusunu travmanın ruhsal bir semptomu, “yaşamasızlık” hâlini duygusal bir donukluk ve anlatılamayan tarihsel acıyı ise dile dökülmemiş bir bilgi olarak okuma imkânı tanıyacaktır.
Anlatının Parçalanmış Dokusu: Didier Anzieu ve Travmatize Olmuş “Deri-Ben”
Fransız psikanalist Didier Anzieu, Deri-Ben adlı çalışmasında, benliğin (ego) kendisini bir arada tutan, dış dünya ile iç dünya arasında bir sınır ve arayüz işlevi gören bir “psişik deri” olarak deneyimlendiğini öne sürer. Bu “Deri-Ben”, benliğe bir zarf, bir kap olma hissi verir ve ruhsal içerikleri bir arada tutma (içerme), dış uyaranlara karşı koruma (uyarılma engeli) ve kendiliği ötekinden ayırma (bireyleşme) gibi temel işlevleri yerine getirir (Anzieu, 2008, s. 140-146). Anzieu’ye göre travma, bu psişik derideki bir yırtık, delik veya yanıktır. Sağlam bir “Deri-Ben” olmadığında bireyde parçalanma hissi, içsel olanın dışarı sızdığı ve dışsal olanın (kolektif anksiyete, politik baskı) içeriye hücum ettiği bir savunmasızlık durumu ortaya çıkar. Benliğin sınırları geçirgenleşir ve ruhsal aygıt, içeriklerini bir arada tutma kapasitesini yitirir.
Buzul Çağının Virüsü‘nün parçalı, kopuk ve kronolojik olmayan yapısı tam da bu travmatize olmuş “Deri-Ben”in metinsel bir tezahürü olarak okunabilir. Romanın anlatısı, kendini bir arada tutamayan, sürekli sızıntı yapan, delik deşik bir psişik zarftır. Anıların, seslerin, farklı zaman dilimlerinin ve anlatıcıların birbirine kontrolsüzce akması, yalnızca parçalanmış bir zihnin temsili değil, aynı zamanda o zihni bir arada tutması gereken “kabın” hasarlı olduğunun doğrudan bir kanıtıdır. Roman, Osman Yaylagülü’nün anılarının doğrusal bir akışla sunulması yerine, birbiriyle ilgisiz görünen anlık sahnelerin, diyalog parçalarının ve iç monologların kaotik bir montajıyla ilerler. Anlatı, bir an 1940’ların taşra sıkıntısındayken, bir sonraki paragrafta 1980’lerin Ankara’sına, oradan da karakterin çocukluğuna sıçrar. Bu durum, sınırları belirsizleşmiş, sürekli bir sızma evresindeki bir benliğin acısını yansıtır.
Romanın daha ilk sayfaları bu parçalanmışlığı sergiler: “Buzlucam bölmeli dikdörtgen odanın, penceresiz, kapısı loş koridora hep açık üçte birine sıkışık, ayaklarından birinin kırığı takoz destekli masasına abanmış, sabah çayına eğri simidini daldırıp çıkarıyor” (Bener, 2004, s. 9). Bu sahne, bir sonraki paragrafta yer alan Özlük İşleri Şefi ile olan diyalogla aniden kesilir ve okur, iki sahne arasında mantıksal bir bağ kurmakta zorlanır. Metin boyunca bu türden kopukluklar devam eder. Bir an Osman’ın “Civcivim! nereden esti bu böyle?” (Bener, 2004, s. 12) diyerek bir misafiri karşıladığı sahneden, hemen sonraki bölümde “Düşsüz uykulardan bile uyanmak. Yol tükendiğinde dönüşsüzlüğün mutlu kesinliğini ayırt edebileceğine inansa, dayanmak daha mı dayanılır olurdu?” (Bener, 2004, s. 13) ifadesiyle başlayan varoluşsal bir sorgulamaya geçilir. Bu geçişler, travmanın neden olduğu, anıların ve deneyimlerin bütünlüklü bir anlatıya dönüştürülemediği, aksine birbirinden kopuk parçalar halinde bilince hücum ettiği post-travmatik bir zihin durumunu yansıtır. Anzieu’nün belirttiği gibi, delikli bir deri-ben yapısında, yani bir “kevgir deri-ben”de, “düşünceler, anılar güçlükle korunur; kaçıverirler” (Anzieu, 2008, s. 144-145). Osman Yaylagülü’nün zihni de tam olarak böyledir; anılar bir bütünlük oluşturmak yerine sürekli sızar ve dağılır. Bu, metnin formunu doğrudan psikanalitik bir semptom olarak analiz etmek için güçlü bir araçtır.
“Yaşamasızlık” Hâlinin Kökeni: André Green ve “Ölü Anne Kompleksi”
Bener poetikasının merkezinde yer alan “yaşamasızlık” kavramı, romanın atmosferine sinen felç biçimini, duygusal donukluğu ve eylemsizliği ifade eder. Bu durum, André Green’in “Ölü Anne Kompleksi” teorisiyle psikanalitik bir zemine oturtulabilir. Bu kavram, annenin fiziksel ölümünü değil, çocuğun gelişiminin kritik bir döneminde annenin depresif, duygusal olarak ulaşılamaz veya “ölü” olmasını tanımlar. Bu deneyim, çocuğun ruhsallığında bir “boşluk”, bir “delik” yaratır ve temsil edilemeyen bir kayba yol açar. Elda Abrevaya’nın (2013) Green’in kuramını aktarırken belirttiği gibi, bu travmatik deneyim sonucunda “annenin sıcak, canlı yüzü yerine, uzak, soğuk, düşünceleri başka yerde olan, donuk biri gelmiştir” (s. 86). Bu durum, klasik yastan farklı olarak, aktif bir yas tutma kapasitesinin yitirilmesiyle ve “yaşam kaynağı olan birincil nesneden, duygusal olarak ve tasarımlar düzeyinde yatırımını” (Abrevaya, 2013, s. 88) çekmesiyle sonuçlanır.
Buzul Çağının Virüsü‘nün atmosferindeki felç görünümü, karakterlerin eyleme geçememesi ve yaygın melankoli, aktif bir yasın değil, tam da Green’in tanımladığı bu “boşluk” yaratan travmanın bir sonucudur. Osman Yaylagülü’nün kişisel tarihi, bu duygusal donukluğun izleriyle doludur. Roman, onun başarısızlıklarını, ertelenmiş eylemlerini ve bir türlü “yaşamaya” başlayamama halini sergiler. Bu bireysel “yaşamasızlık”, Türkiye aydınının kolektif travmasıyla birleşir. Bu bağlamda, Türk aydını için “Ölü Anne” haline gelmiş olan şey, hayal kırıklığına uğratan bir siyasi proje, yitirilmiş bir toplumsal umut veya değersizleşen bir aydın kimliğidir. Bu “duygusal olarak ölü” ideal, bireylerde tutkulu bir öfke veya sağlıklı bir yas süreci yerine, Bener’in metnine sinen o “yaşamasız” melankoliyi ve anlamsızlık hissini doğurmuştur.
Romandaki zaman algısı bu melankolik donukluğu pekiştirir. Geçmiş, bir anı olarak mevcut olmayıp, şimdiki zamanı istila eden, donduran bir virüs gibi var olur. Osman, geçmişin olaylarını anlatırken bile duygusal bir mesafeyi korur. Örneğin, gençliğindeki siyasi tutukluluk deneyimini aktarırken bile bir tür hissizlik hakimdir: “Sorgu yargıcı, üstüne kırmızı ıstampa mürekkebiyle çift ay vurulmuş, kapağı yırtık dosyadaki kâğıtları parmağını arada tükürükleyerek duraklaya atlaya çevirdikten… sonra (…) ‘Otur!’” (Bener, 2004, s. 31-32). Bu sahnede travmatik bir anı, duygusal bir boşaltım olmaksızın, neredeyse bürokratik bir soğuklukla aktarılır. Bu, yasın tutulamadığı, travmanın işlenemediği ve ruhsallıkta bir “delik” olarak kaldığı “Ölü Anne” melankolisinin tipik bir örneğidir.
Anlatılamayan Travma: Christopher Bollas ve “Düşünülmemiş Bilinen”
Buzul Çağının Virüsü‘nün neden doğrusal bir olay örgüsünü takip etmediği ve travmayı neden dolaylı yollardan ifade ettiği sorusu, Christopher Bollas’ın “Düşünülmemiş Bilinen” (The Unthought Known) kavramıyla açıklanabilir. Bollas, en erken ve en temel deneyimlerimizin çoğunun zihinsel olarak düşünülmediğini yani sembolleştirilip kelimelere dökülmediğini ancak bir atmosfer, bir ruh hâli veya bedensel bir his olarak “bilindiğini” savunur. Bollas’a (2023) göre, bu erken deneyimlere dair varsayımlarımızı “‘düşünülmeksizin bilinen bilgiler’ şeklinde adlandırmamız ve bütün bir hayatı da düşünülmemiş bu bilgilerin temellerinin adım adım akledilmeye çalışıldığı bir evrim şeklinde görmemiz mümkündür” (s. 17). Travma, genellikle bu “düşünülmemiş bilinen” alanına aittir. Yaşanmıştır, ruhsallığı şekillendirmiştir ama asla tutarlı bir anlatıya dönüştürülmemiştir. Sanat, bu “düşünülmemiş bilinen” için bir form, bir temsil bulma çabasıdır.
Buzul Çağının Virüsü, 1940’lardan 1980’lere uzanan tarihsel travmanın işbu “düşünülmemiş bilinen” etkisini sahneye koyar. Bu travma, romanın kahramanı için hiçbir zaman “düşünülmüş” yani anlamlı bir hikâyeye dönüştürülmüş değildir. Bu yüzden metinde de tutarlı bir hikâye olarak yer almaz. Bunun yerine, anksiyete patlamaları, tekrarlayan imgeler, bedensel rahatsızlıklar ve ani ruh hâli değişimleri olarak “düşünülmemiş bilinen”in kendini gösterme biçimleriyle karşımıza çıkar. Okurun metni bir araya getirmekteki zorluğu, kahramanın kendi travmatik geçmişini bir araya getirememesinin estetik bir yansımasıdır.
Roman, olayları anlatmak yerine, olayların yarattığı atmosferi ve bedensel duyumları aktarır. Örneğin, Osman Yaylagülü’nün iç sıkıntısı, soyut bir kavram olarak değil, somut bedensel belirtilerle ifade edilir: “Ağzının kenarında yerleşikliğini inatla koruyan kabuk tutmuş uçuğu koparıp atarsa… (…) Buruşuk pantolonunun içinde atıyor dizkapakları durup durup” (Bener, 2004, s. 9-10). Bu bedensel rahatsızlıklar, dile dökülemeyen ruhsal acının, “düşünülmemiş bilinen” travmanın bedendeki izleridir. Benzer şekilde, metinde sıkça tekrarlanan imgeler – tren, deniz, karınca dizisi – bir anlatı işlevi görmekten çok, travmatik deneyimin sembolleştirilememiş parçaları olarak belirir. Örneğin, “kavak ağacına güdüsel iniş çıkışını yakaladığımız karınca dizisinin yuvasını araştırmıştık, öç almayı düşünüyorduk aksaksız işleyen bir düzenden” (Bener, 2004, s. 19) ifadesi, bireyin kendisinden büyük ve anlamsız işleyen bir düzene (tarih, bürokrasi, kader) karşı duyduğu çaresiz öfkeyi yani politik travmayı, dolaylı bir imgeyle yansıtır. Bu, travmanın doğrudan anlatılamadığı ancak metaforlar ve bedensel duyumlar aracılığıyla bilindiği bir durumu örnekler.
Sonuç
Vüs’at O. Bener’in Buzul Çağının Virüsü, biçimsel ve tematik katmanlarıyla yalnızca bireysel bir çöküşün değil, bir kuşağın kolektif travmasının da kaydını tutar. Bu makalede kullanılan psikanalitik çerçeve, romanın zorluğunun ve parçalanmışlığının, bu travmanın estetik bir zorunluluğu olduğunu göstermiştir. Didier Anzieu’nün “Deri-Ben” kavramı, metnin parçalı yapısını, sınırları ihlal edilmiş, bütünlüğünü yitirmiş travmatik bir ruhsallığın doğrudan ifadesi olarak okumamızı sağlamıştır. André Green’in “Ölü Anne Kompleksi”, romana sinen “yaşamasızlık” atmosferini, yitirilmiş bir politik ve toplumsal idealin ardından tutulamayan yasın yol açtığı bir duygusal donukluk ve boşluk hissi olarak açıklamıştır. Son olarak, Christopher Bollas’ın “Düşünülmemiş Bilinen” teorisi, romanın neden doğrusal bir anlatı yerine, travmayı anksiyete patlamaları, bedensel belirtiler ve tekrarlayan imgelerle sahnelediğini aydınlatmıştır.
Bu üç kuramsal mercek, Buzul Çağının Virüsü‘nü, Türk aydınının modernleşme sürecinde yaşadığı hayal kırıklıklarının, politik baskıların ve kimlik bunalımlarının yarattığı derin ve dile getirilemeyen melankolinin bir alegorisi olarak konumlandırır. Romanın okunmasındaki güçlük, Bener’in okura dayattığı bir entelektüel sınav değil, travmanın kendisini dile getirmekteki imkânsızlığının okur tarafından deneyimlenmesi arzusudur. Osman Yaylagülü’nün kişisel trajedisi, bir kuşağın politik trajedisiyle iç içe geçer ve metnin parçalanmış yüzeyi, bu iç içe geçmişliğin yarattığı ruhsal yaraların haritasını çizer. Buzul Çağının Virüsü bu yönüyle sadece bir dönemin ruhsal arkeolojisidir.
Kaynakça
Abrevaya, E. (2013). Ölü anne karmaşası. Psikanaliz Yazıları, 27, 85-94.
Anzieu, D. (2008). Deri-Ben (N. Tura Demiryontan, Çev.). Metis Yayınları.
Bener, V. O. (2004). Buzul Çağının Virüsü. Yapı Kredi Yayınları. (Orijinal eser 1984 yılında yayımlandı).
Bollas, C. (2023). Histeri (E. Asena, Çev.). Kolektif Kitap.
Bu sitede sunulan metin, fotoğraf ve benzeri tüm materyaller, yazarının özgün çalışması ve mülkiyetindedir; bu sebeple sahibinden yazılı onay alınmadan başka bir mecrada bütünüyle yayımlanması veya kullanılması mümkün değildir. İçeriklerden bir bölümün alıntılanması ise yalnızca, kaynağın açıkça belirtilmesi ve orijinal sayfaya aktif bir internet bağlantısı (link) verilmesi koşuluyla mümkündür. Kaynak gösterilmeksizin yapılan her türlü alıntı, izinsiz kullanım olarak kabul edilir ve yapılan alıntıların eserin bütününün yerini tutacak kapsamda olmamasına dikkat edilmelidir.

