

Müberra Dinler’in “Olmak ya da Olmamak” başlıklı öyküsü, pandemi sonrası dönemin kolektif endişelerini ve devletin birey üzerindeki artan denetimini tedirginlik yayan bir atmosfer içerisinde ele alır. Öykü, bir sağlık hizmetinin sunulması gibi görünürde masum bir olayı, bireyin özerkliğinin ve hakikat algısının aşındığı, bedenin bir mücadele alanına dönüştüğü ve nihayetinde ifadenin imkânsızlaştığı distopik bir alegoriye dönüştürür. Bu metin, öyküyü Michel Foucault’nun biyopolitika teorisi ve Necip Tosun’un Modern Öykü Kuramı’nda ortaya koyduğu estetik çerçeveyle birlikte değerlendirerek anlatıcının yaşadığı çözülmenin modern egemenliğin stratejileri ile modernist öykünün biçimsel özelliklerinin kesişim noktasında nasıl derinleştiğini göstermeyi amaçlamaktadır.
Biyopolitik İktidarın Tezahürü
Öykü, anlatıcının kapısını çalan ve normalliğin dışına taşan figürlerle başlar. Bu figürler, “aslında boylu poslu, yapılı adamlarmış da yıkanınca çekmiş gibi” (Dinler, “Olmak ya da Olmamak”, s. 7) betimlemeleriyle ve “neon yeşili” pörtlek gözleriyle, devlet otoritesinin rasyonel ve bürokratik yüzünün ardındaki gizil tehdidi simgeler. Sağlık Bakanlığı adına aşı yapmak üzere geldiklerini bildiren bu görevliler, bireyin en mahrem alanına yani evine “hizmet” adı altında giren biyopolitik iktidarın somutlaşmış hâlidir. Michel Foucault’nun meseleye yaklaşımında, modern iktidarın artık yalnızca yasaklayan ve cezalandıran bir mekanizma olmadığını; yaşamı yöneten, onu düzenleyen ve verimliliğini artırmayı hedefleyen bir “biyo-iktidar” olduğunu ortaya koyar (Özmakas, 2019, s. 121-123). Dinler’in öyküsündeki görevliler bu yönetim aklının taşıyıcılarıdır. Kullandıkları dil, bireysel kaygıları ve soruları geçersiz kılan ezberlenmiş ve mekanik bir bürokrasi dilidir: “Uygulamanın hızlı ve etkili bir şekilde yapılması, salgının kontrol altına alınması bakımından büyük önem taşımaktadır. Milletçe içinden geçmekte olduğumuz bu zor günlerde vatandaşlarımızın iş birliğine güveniyoruz” (Dinler, “Olmak ya da Olmamak”, s. 7). Bu retorik uzam, bireyin rızasını bir formaliteye indirgeyen ve onu, sağlığı yönetilmesi gereken bir popülasyonun parçası olarak gören bir bilişsel yatkınlığın ürünüdür.
Bu yönetim zihniyetinin en belirgin özelliği, birey hakkında her şeyi bilen ve onu bir veri olarak işleyen bir sisteme dayanmasıdır. Görevlilerin, anlatıcı ve eşinin isimlerini, hatta birinci doz aşılarını ne zaman olduklarını bilmesi (“Altı ay on gün olmuş birinci dozunuzu olalı” [Dinler, “Olmak ya da Olmamak”, s. 8]), anlatıcının “Her şeyimizi biliyorlar” (s. 8) tepkisiyle özetlediği gözetim toplumunun bir yansımasıdır. Artık birey, kendi bedeni üzerindeki kararları kendisi veren bir özne olmaktan çıkmış, sistem tarafından sağlığı “optimize edilmesi” gereken bir nesneye dönüşmüştür. Utku Özmakas’ın, Juli Zeh’in distopik romanı Temize Havale üzerine yaptığı yorum, Dinler’in öyküsündeki atmosferi de aydınlatır niteliktedir: Bu, “bireyin bedeni üzerindeki kararların temizlik toplumunun ihtiyaçlarınca ilga edildiği bir evrene ilişkin distopik bir anlatıdır” (Özmakas, 2019, s. 13). Öyküdeki aşı hizmeti bu ilga edilişin (ontolojik boşluk yaratımı) bir yansıması olarak okunabilir.
Karakterler Üzerinden Bir Çatışma Alanı: Direnç, Teslimiyet ve Yabancılaşma
Necip Tosun, modern öyküde karakterin öneminin, yazarın sunduğu “yeni bir hayat teklifi” ile ölçüldüğünü belirtir (Tosun, 2011, s. 109). Müberra Dinler’in öyküsü, karakterleri aracılığıyla bir çatışma alanı kurar ve bu “hayat teklifi”ni, modern bireyin iktidar karşısındaki farklı duruşları üzerinden sorunsallaştırır.
Anlatıcı: Öykünün merkezindeki kadın anlatıcı, modernist edebiyatın tipik bir yansımasıdır. O, “küçük insan”ın (Tosun, 2011, s. 16) biyopolitik çağdaki versiyonudur. Ancak Gogol’un Akaki Akakiyeviç’inden farklı olarak pasif bir kurban değil, aktif bir şüpheci ve direnç noktasıdır. Kendisini “daima olayların ardındaki gerçeği görmeye meyilli” (Dinler, s. 7) olarak tanımlaması, onu kitlesel kabullenişin dışına iter. Onun şüpheciliği, komplo teorileriyle beslenen bir paranoyaya evrilse de bu durum onu Foucaultcu anlamda bir “karşı-tutum”un taşıyıcısı yapar. Anlatıcı, bedeni üzerinde kurulmak istenen tahakküme karşı çıkarak bireysel özerkliğin son sığınağını savunur. Onun trajedisi, bu direnişin sonunda sesini yitirerek en temel insani ifadesinden mahrum kalması ve tam anlamıyla bir “çıplak hayat” konumuna indirgenmesidir.
S. (Koca): Anlatıcının kocası S. karakteri, sisteme ve onun sunduğu resmî hakikat rejimine sorgusuzca teslim olan çoğunluğu temsil eder. Onun için haber bültenleri yeterli bir gerçektir ve karısının şüphelerini “distopik kurgular” (Dinler, s. 7) olarak değersizleştirir. S., düzenin konforundan ve basitliğinden vazgeçmek istemeyen, risk almayan, otoriteye itaat ederek “sorunsuz” bir yaşam sürmeyi tercih eden bireyin arketipidir. Anlatıcı ile arasındaki gerilim yalnızca bir aile içi çatışma statüsünde olmayıp direnen birey ile konformist yani denetim öznesi toplum arasındaki derin uçurumun bir metaforudur.
Anlatıcının eşi S. karakteri, öyküde sadece şüpheci bir direnişin karşısındaki pragmatist bir figür olmaz. Biyopolitik iktidarın rıza üreten ve “anormal” olanı normalleştiren mekanizmalarının bireydeki tezahürü olarak işlev görür. Başlangıçta o da kapıdaki görevlileri şüpheyle karşılar; kapıyı “gövdesiyle girişi kapamıştı” (Dinler, s. 8). Ancak bu şüphe, Foucaultcu anlamda bir “karşı-tutum”a evrilmez. Sistem, kendini komşusu K. gibi diğer sıradan özneler aracılığıyla ve sunduğu konfor söylemiyle (“Valla şanslıyız, Avrupa’da yok bu konfor komşum” [s. 8]) meşrulaştırdığı anda, S.’nin tereddüdü anında teslimiyete dönüşür. Onun en vurucu hamlesi, karısının direncini ve derin korkusunu “Birimiz çipli birimiz çipsiz olmaz, çip uyumu önemli” (s. 8) gibi “iğrenç bir espri” ile geçiştirmesidir. Bu espri yani toplumsal gerilimi sterilize eden sözel dezenfektan/neşeli otoritenin aldatıcı gülümseyişi, anksiyeteyi ve direnişi alaya alarak etkisizleştiren, iktidarın dilini içselleştirmiş bir normalleştirme eylemidir. Necip Tosun’un modern öyküdeki “küçük insan” tiplemesine (Tosun, 2011, s. 16) gönderme yapacak olursak, S. artık bürokrasinin edilgen bir kurbanı rolünü aşarak biyopolitik düzenin gönüllü bir parçası ve yeniden üreticisidir. Onun nihai rolü, anlatıcı susturulduktan sonra ortaya çıkar. Karısının travmasını “heyecan yaptı” (Dinler, s. 8) diyerek patolojik bir bireysel tepkiye indirgemesi ve onu su içirerek “sakinleştirmeye” çalışması aslında direnen öznenin sesinin en yakınları tarafından nasıl boğulduğunun ve toplumsal bedenin dışına nasıl itildiğinin mikro-politik bir temsilidir.
Aşı Ekibi: Öyküdeki iki sağlık görevlisi, geleneksel anlamda karakter olmaktan çok, bürokratik ve tekinsiz iktidarın sembolik figürleridir. “Orantılı bir ufaklık” (Dinler, s. 7) olarak betimlenmeleri ve robotik konuşmaları, onları insanlıktan çıkarır ve devlet aygıtının kişisel olmayan, soğuk bir uzantısı haline getirir. Necip Tosun’un belirttiği gibi, modern öyküde karakterin geri planda kalıp atmosferin öne çıkması mümkündür (Tosun, 2011, s. 116); bu figürler de tam olarak bu işlevi görerek öykünün tekinsiz atmosferini pekiştirirler. Onlar, anlatıcının direncini kırmaya ve onu sisteme dahil etmeye programlanmış mekanik varlıklardır.
Atmosfer ve Güvenilmezlik
Dinler’in metni Foucaultcu bir okumaya açık olduğu kadar, modern öykünün temel estetik unsurlarını da bünyesinde barındırır. Necip Tosun, modern öykünün temel araçlarından birinin “atmosfer” olduğunu ve bunun “bütün bir öyküye yayılan betimlemeyle, mekânla, diyalogla, ritimle, bakış açısıyla oluşan güzellik ve etki yaratma aracı” işlevi gördüğünü belirtir (Tosun, 2011, s. 97). Dinler’in öyküsü böyle bir atmosferin gücüyle ilerler. Devlet görevlilerinin robotik, tekinsiz (bozucu güç) tasvirleri; anlatıcının sürekli artan iç sıkıntısı ve paranoyaları; eşinin ve komşusunun kayıtsızlığı, okuru içine çeken boğucu ve klostrofobik/teneffüssüz bir dünya yaratır. Bu sadece bir arka plan değil, anlatının anlamını derinleştiren bir “dip akışı”dır (Tosun, 2011, s. 97).
Öykünün gerilimi olayları bize aktaran anlatıcının güvenilmezliğinden kaynaklanır. Anlatıcı, kendisini “daima olayların ardındaki gerçeği görmeye meyilli” (Dinler, “Olmak ya da Olmamak”, s. 7) olarak konumlandırsa da onun gerçeklik algısı, resmî anlatıların (“gerçeklere en son rastlayacağın yer haber bültenleridir” [s. 7]) reddi üzerine kuruludur. Bu reddediş, onu alternatif bilgi kaynaklarına (“Doktor Saici’nin Youtube kanalı”) ve komplo teorilerine (görevlilerin uzaylı olabileceği ihtimali) yöneltir. Bu durum, okuru anlatıcının şüphelerinin meşru bir direniş mi yoksa bir paranoya mı olduğu konusunda sürekli bir belirsizlik içinde bırakır. Bu, modernizmin temel temalarından biridir: bireyin nesnel gerçeklikle bağının kopması ve kendi zihinsel labirentine hapsolması. Tosun, Franz Kafka’nın öykülerinde “modern insanın bunalımlarının, açmazlarının ve çıkışsızlığının” (Tosun, 2011, s. 24) işlendiğini belirtir; Dinler’in anlatıcısının ruh hâli de benzer bir modernist kapanın içinde yankılanır. Anlatıcının kocası S. ve komşusu K. ise resmi “hakikat rejimi”ne (Foucault’dan aktaran Özmakas, 2019 s. 73) tamamen teslim olmuş, sorgulamayan çoğunluğu temsil eder. S.’nin “distopik kurgularını öykülerine sakla bence” (Dinler, “Olmak ya da Olmamak”, s. 7) tepkisi, anlatıcının mücadelesini bireysel bir gerçekliğe düşman düş bir forma yani sanrıya indirger ve onu modernist anlatının tipik yalnızlığına mahkûm eder.
“Sesin Düşüşü”
Beden, öyküde hem biyopolitik iktidarın müdahale alanı hem de direnişin son kalesidir. Anlatıcı aşıyı reddederek bedeni üzerindeki özerkliği korumaya çalışır. Kalbinin “tok sesli bir hakikat korosu” gibi “ol-ma, ol-ma, ol-ma” (Dinler, “Olmak ya da Olmamak”, s. 8) diye atması, bedenin bir direniş mekânı, bedensel itirazın topografyası olarak konuştuğu andır. Ancak modern iktidar, direnişi fiziksel zorla kırmak zorunda değildir. Foucault’ya göre modern biyo-iktidar, klasik egemenin “öldürtme ya da yaşamasına izin verme” hakkının yerini alan, “yaşatma ya da ölüme atma gücü”ne sahiptir (Foucault’dan aktaran Özmakas, Biyopolitika, 2019, s. 122). Anlatıcının bayılması, iğnenin bedenine girmesini engeller fakat bu bir zafer değildir. Uyandığında bedeni üzerindeki kontrolünü daha temel bir düzeyde kaybetmiştir: konuşma yetisini.
Öykünün trajik finali, Foucaultcu iktidar izleğini ve modern öykünün imkânlarını birleştirir. Necip Tosun, “Öyküde Sesin Düşüşü” başlıklı bölümünde Walter Benjamin’in hikâye anlatıcılığının sonuna dair tespitlerini hatırlatarak yazılı kültüre geçişle birlikte deneyim aktarımının ve sesin önemini yitirdiğine dikkat çeker (Tosun, 2011, s. 313-315). Dinler’in öyküsü, bu kuramsal tespiti kurgusal bir gerçekliğe dönüştürür. Anlatıcı, direnişinin bedeli olarak kelimenin tam anlamıyla “sesini yitirir”. Fiziksel olarak hayattadır hatta aşı olmamıştır; ancak “ölüme atılmıştır” çünkü kendisini ifade etme, hikâyesini anlatma ve karşı çıkma aracı olan politik ve toplumsal sesi elinden alınmıştır. Doktorların durumu “psikolojik bozukluk” ya da “dil tutulması” (Dinler, “Olmak ya da Olmamak”, s. 8) olarak teşhis etmesi, iktidarın kendi müdahalesini nasıl normalleştirdiğinin ve bozulmuş bilişsel örüntüyü bireysel vaka olarak yeniden kodladığının bir örneğidir. Oysa anlatıcının sezgisi nettir: “Aşıyı yapmadılar ama bir şeyler yaptıkları kesin” (s. 8). Yapılan şey, direnen öznenin sesini elinden alarak onu kendi bedeninin içine hapsetmektir. Bu, fiziksel bir ihlalden daha derin ve etkili bir susturma biçimidir. Birey, artık ne bir tehdit ne de bir muhaliftir; sadece anlamsız inlemeler çıkarabilen, kendi sessizliğine mahkum edilmiş bir “çıplak hayat”tır.
Sonuç
Müberra Dinler’in “Olmak ya da Olmamak” adlı öyküsü, bireyin modern biyopolitik düzenekler karşısındaki pozisyonunu, modernist öykünün estetik olanakları çerçevesinde işler. Metin, hakikatin göreceliği, bedenin bir direniş alanı olarak konumu ve muhalif sesin susturulması gibi temaları bir araya getirir. Foucault’nun kuramsal çerçevesiyle okunduğunda anlatıcının yaşadığı bireysel trajedi, yaşamı her detayıyla yönetmeyi amaçlayan bir iktidar aklının, kendisine direnen özneyi nasıl etkisizleştirdiğinin bir alegorisi olarak yorumlanabilir. Anlatıcının kaybettiği sadece sesi değil, politik bir özne olarak var olma imkânıdır. Bu sessizlik, iktidarın rıza üretimini güçlendiren; direnişin siyasal anlamını işlevsizleştiren stratejik bir araç konumundadır.
Kaynakça
Dinler, M. (2025) Olmak ya da olmamak. Öykü Gazetesi, Sayı 21, ss. 7-8. https://oykugazetesi.com/wp-content/uploads/2021/07/Oyku-Gazetesi-21-7-8.pdf (Erişim Tarihi: 20.06.2024).
Özmakas, U. (2019). Biyopolitika: iktidar ve direniş. İletişim.
Tosun, N. (2011). Modern öykü kuramı. Hece.

